Ontoloji, felsefede varlık bilimi anlamına gelir; yani “var olan nedir?”, “varlık nasıl var olur?”, “var olmanın özü nedir?” gibi sorulara yanıt arar. Dolayısıyla ontolojik zemin bir kavramın, düşüncenin ya da toplumsal yapının varoluşunu mümkün kılan en temel varlık koşullarını, yani “olmasını sağlayan altyapısal varlık nedenini” ifade eder. Örneğin, “insanın ontolojik zemini” dediğimizde, insanı insan yapan varlık özelliklerinden (bilinç, dil, toplumsallık, ölüm bilinci vb.) söz ederiz.

Otoriterliğin ontolojik zemini

Bu ifade, “otoriterlik nasıl mümkün olur?”, “otoriter yönetim ya da düşünce biçimi neyin üzerinde yükselir?” sorularına felsefi düzlemde yanıt arar. Yani, sadece politik sistemler değil, insanın varlık yapısı bakımından otoriterliğe neden eğilimli olabildiği araştırılır. Bu durumda “otoriterliğin ontolojik zemini” şu anlamlara gelir: İnsanın varlık yapısında güvenlik, düzen, kontrol, korku, itaat gibi eğilimlerin bulunması, otoriterliğin filizlenebileceği bir “varoluşsal toprak” oluşturur. Toplumun varlık tarzı yani bireylerin kendilerini ve başkalarını nasıl kavradıkları, otoriteye ne ölçüde ihtiyaç duyduklarını belirler. Otoriterliğin ontolojik zemini, sadece siyasal değil, aynı zamanda varoluşsal bir bağımlılık ilişkisidir; insanın “düzen arayışı”, “belirsizlikten kaçışı” ve “anlamı dışsal bir güçte bulma” eğilimi.

“Dijital medyanın otoriterliğe ontolojik bir zemin hazırlaması” ise, yalnızca bir siyasal iletişim meselesi değil, insanın varoluş biçiminin (yani ontolojik halinin) dijital çağda dönüşümünü anlatır. Otoriterlik, yalnızca dışsal bir baskı değil, bireyin kendi varlığını “dışsal bir güç” üzerinden tanımlaması durumudur. Dijital medya bu zemini güçlendirir, çünkü birey artık varoluşunu algoritmik onay üzerinden kurar; beğeniler, takipçi sayısı, görünürlük.

Jean Baudrillard’ın “hiper gerçek dünyasında” birey artık kendi bilincinin değil, dijital sistemin yarattığı “görünür benliğin” ürünü olur. Bu, ontolojik bir teslimiyet biçimidir: birey kendi varlığının anlamını “ekranın doğrulamasına” bırakmıştır zira. Bu durumda otorite artık yalnızca devlet değildir; algoritma, “dijital devlet” hâline gelir. Dijital platformların denetim gücü, tıpkı Hobbes’un “Devleti” gibi bireylerin güvenliğini, kimliğini ve aidiyetini düzenler; dijital medya, bireyin düşünce ufkunu algoritmaların belirlediği bir alan içine hapseder. Bu, fiziksel bir baskı değil, bilişsel bir otoriterliktir.

Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu (2012) ve Psikopolitika (2014) eserlerinde, dijital çağın otoritesinin artık yasak koyarak değil, özgürlük vaadiyle denetim kurduğunu söyler. “Modern iktidar, baskı uygulamaz; performans talep eder.” İnsan kendi verisini gönüllü olarak verir; böylece özgürlüğü bir “gözetim rejimine” dönüşür.

Bu durumda dijital medya, otoriterliğe ontolojik bir zemin sağlar çünkü; insan özgürlük yanılsaması içinde denetlenir. Denetimi yapan “otorite” artık anonimdir yani algoritmadır. Gerçeği ayırt etme kapasitesi zayıflar, epistemolojik belirsizlik büyür. Örneğin: Twitter/X gibi platformlarda gündem “trend” algoritmalarıyla belirlenir. Birey, neyin konuşulacağına değil, konuşulmuş olana tepki vermeye indirgenir. Bu da epistemik otoriterlik üretir: hakikati sistem belirler; bilginin üretimi, doğrulanması ve yayılmasında otorite yani algoritmalar belirleyici hâle gelir. Başka bir deyişle, burada algoritmalar bilgiyi kontrol eder, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirler. Böylece bilgi, eleştirel aklın değil, güç ilişkilerinin bir ürünü hâline gelir.

Dijital medya bireylerin dünyayı kavrama biçimini dönüştürür demiştik daha önce. Bu, ontolojik düzeyde insanın düşünme ve algılama kapasitesinin yeniden biçimlenmesi anlamına gelir. Nicholas Carr, “Sığlık: İnternet beyinlerimize ne yapıyor?” (2010) adlı kitabında internetin, beynin derin düşünme becerisini körelttiğini belirtir. “Ekranlar beynimizi sürekli uyarır ama hiçbir zaman derinleştirmez.” Bu, düşüncenin sığlaşmasıyla, bireyin otoriteye karşı eleştirel mesafesini yitirmesine yol açar. ShoshanaZuboff, Gözetim Kapitalizmi Çağı (2019) kitabında, dijital sistemlerin davranışsal veriler üzerinden bireyi öngörülebilir hale getirdiğini anlatır. “Kestirilebilir insan, kontrol edilebilir insandır.” Bu, bireyin varoluşsal özerkliğini yok eder; yani otoriterliğin tam da ontolojik zeminine denk düşer.

Otoriterliğin doğasında “güvenlik karşılığında özgürlükten vazgeçmek” vardır.
Dijital medya bu alışverişi her gün yeniden üretir. Devletler, “siber güvenlik” ve “yalan haberle mücadele” bahanesiyle dijital alanı kontrol eder. Örneğin: Çin’in Sosyal Kredi Sistemi, davranışsal verileri politik sadakatle ilişkilendirerek dijital bir otorite biçimi yaratır. Türkiye’de veya Rusya’da sosyal medya yasaları, dezenformasyon gerekçesiyle kamusal söylemi daraltır. ABD’de bile 6 Ocak olayları sonrası, teknoloji şirketleri politik içerikleri denetlemeye başladı. Tüm bu örnekler, otoritenin artık yalnızca politik değil, dijital varlık biçimimizle iç içe geçtiğini gösterir.

Artık otorite, dışsal bir güç değil, dijital varoluşumuzun içine sinmiş bir “kabul edilmiş denetim formudur.” Bu, Michel Foucault’nun “iktidar her yerdedir çünkü her ilişkide işler” teziyle uyumludur. Ancak dijital çağda bu iktidar; görünmez, gönüllü olarak kabul edilir, bireyin özne olma kapasitesini içerden dönüştürür. Dolayısıyla dijital medya, otoriterliğe sadece siyasal değil, ontolojik bir zemin sağlar. Çünkü insan artık kendi varoluşunu, kendi varlığının niteliklerini değil, algoritmik düzenin onayını temel alarak kurar. Bu, özgür öznenin yerini “dijital olarak biçimlendirilmiş itaatkâr öznenin” aldığı bir varlık durumudur.

Algının politik gücü

Dijital Çağ’da algının gerçeğin yerini alması yalnızca bireysel bir yabancılaşma yaratmadı; siyasetin doğasını da değiştirdi. Eskiden iktidar, gerçeği saklardı. Bugün, onu algıyla boğuyor. Her gün, binlerce “görsel haber” tüketiyoruz; ama bu bolluk içinde gerçek olanı göremiyoruz. Bir liderin yüz ifadesi, bir fotoğraf, bir slogan gerçeğin içeriğinden daha belirleyici hale geldi. Siyaset artık fikirlerin değil, algıların ya da imajlarınmücadelesi.

Günümüzün dijital toplumlarında, iktidar biçimleri de buna göre evrilmeye başladı. Algı rejimleri, klasik baskı rejimlerinin yerini aldı. Bugün bir devleti otoriter kılmak için illa da fiziki ya da görünür şiddet, örneğin işkence gerekmiyor; algıyı biçimlendirmek, yeterli. Otorite artık sopayla değil, “ekranla” hükmediyor. Bu ekran bazen bir televizyon, bazen bir sosyal medya akışı, bazen bir reklam algoritması. Hepsinin ortak noktası: dikkatimizi kontrol ediyor olmaları. Bu bağlamda dikkat, modern çağın yeni iktidar alanıdır!

Bir zamanlar iletişim, anlam üretirdi. Şimdi ziyadesiyle gürültü üretiyor: “Gürültü”, burada bilgiye ulaşmayı engelleyen fazlalık, parazit ya da bulanıklık anlamındadır. İletişim, özü itibarıyla bilgi aktarımıdır. Ancak bilgi aktarılırken öz (anlam) bozulabilir, yanlış yorumlanabilir ve anlaşılabilir veya manipüle edilebilir. Bu durumda iletişim artık saf anlamı değil, anlamın bozunmuş hâlini taşır, yani “gürültü” üretir. Felsefi olarak bu, Platon’un idealar dünyası ile duyular dünyası arasındaki fark gibidir: bilgi saf hâlinde idealar âlemindedir, ama iletişim onu dile döktüğünde, gölgeler hâlinde aktarır. Dolayısıyla “iletişim gürültü üretiyor” demek, “hakikat dilde bozuluyor” anlamına gelir.

Gürültü, varlığın kendisini değil, varlıkla ilgili görünüşlerin karmaşasını temsil eder. Martin Heidegger’e göre insan (Dasein) “konuşan bir varlıktır”, ancak dil, varlığın evidir. Eğer iletişim, varlığın anlamını açmak yerine sürekli tekrarlanan sesler, imgeler ve yüzeysel anlamlar üretirse, o zaman bu dil varlığı gizleyen bir “gürültü evine” dönüşür. Bu anlamda modern toplumlarda iletişim, özellikle dijital çağda, bir “ontolojik gürültü üreticisi” hâline gelmiştir; çok konuşuyoruz ama varlığa temas eden hiçbir şey söylemiyoruz.

Theodor Adorno ve Herbert Marcuse, modern iletişimin (özellikle medya ve teknolojiyle birleşmiş biçimlerinin) insanın özgür düşünme kapasitesini bastırdığını söyler. Onlara göre iletişim, artık anlam taşımaktan çok “iletişim kurma zorunluluğunun” kendisini üretir. Bu da insanın kendini ifade etmesini değil, sistemin ideolojik gürültüsüne katılmasını sağlar. Yani “iletişim gürültü üretiyor” cümlesi, aslında sistemin insanın bilincini sesle, bilgiyle, görüntüyle işgal etmesini anlatır. J

Jean Baudrillard’a göre günümüz dünyasında iletişim artık anlam üretmez, sadece gösterge ve simülasyon üretir. Bu yüzden iletişim bir “hiper-gerçeklik” yaratır; gürültü, artık hakikatin yerini alan sonsuz tekrardır. Gilles Deleuze içinse gürültü, yaratıcı bir kaos da olabilir, çünkü her gürültü, yeni bir farkın doğma potansiyelini taşır. Yani “iletişim gürültü üretiyor” ifadesi, hem yıkıcı (hakikati bozan) hem de yaratıcı (yeni anlamlara gebe) bir süreçtir.

Özetle, “İletişim gürültü üretiyor” cümlesi, felsefi olarak şunu anlatır: İnsan, anlam arayışı içinde iletişimi bir araç olarak kullanır, fakat iletişimin kendisi zamanla anlamı yutan bir mekanizmaya dönüşür. Böylece bilgi, düşünce ve hakikat gürültü içinde yankılanan bir fısıltı haline gelir. Örnek vermek gerekirse; her gün binlerce mesaj, bildirim, paylaşım, tartışma arasında boğuluyoruz. Ama bu bolluk içinde anlam kıtlığı yaşıyoruz. İletişimin artık bir “bağ” değil, bir “bağımlılık” zeminine dönüştüğü sosyal medya platformları, bunu; insan beyninin ödül mekanizmalarını tetikleyen yapay uyarılarla başarıyor. Helen Nissenbaum (Cornell Üniversitesi, teknoloji etikçisi) bu durumu “manipülasyonun yeni biçimi” olarak tanımlar: “Dijital sistemler, insan iradesini zorla değil, arzu üreterek yönlendirir.” Yani kimse bize “sus” demiyor; ama hepimiz aynı anda konuştuğumuz için kimse birbirini duymuyor. Bu, çağımızın belki de en etkili sansürü: gürültüyle susturulmak.

Dijital otoriterliğin kökü: Ontolojik boşluk

Klasik diktatörlükler korku üretirdi. Dijital otoriteler ise boşluk üretir; insanların anlam, aidiyet, hakikat arayışlarını boşlukta bırakır; sonra o boşluğu kendi simgeleriyle doldurur.
Bugün dünya genelinde yükselen otoriter rejimlerin çoğu, aynı teknolojik ekosistem içinde gelişiyor. Hepsi, bireyin dikkatini yönetiyor, davranışlarını izliyor, tepkilerini ölçüyor. Ama asıl kontrol, bu görünür sistemlerin arkasındaki duygusal mühendislikte gizli. Bir bildirim sesiyle korku yaratmak da umut satmak da mümkün. Bir “trend” etiketiyle toplumsal yönelim oluşturmak da… Bu yüzden dijital otoriterlik, modern çağın en tehlikeli yönetim biçimidir: İtaati, fark ettirmeden üretir. Birey, “özgür olduğunu sanarak” boyun eğer.

Hiç bu kadar çok “bakılan” ama bu kadar az “görülen” bir çağ yaşanmadı. İnsanlık tarihinde ilk defa, var olmakla görünür olmak neredeyse aynı anlama gelmeye başladı. Artık insanlar, görünmediklerinde var olmadıklarını, paylaşmadıklarında yaşamadıklarını, gösterilmediklerinde hissedilmediklerini düşünüyorlar. Bir insanın, ekrandaki parıltısında değer kazandığı bir çağdayız. “Görülmek” arzusu, tıpkı hava gibi, su gibi yaşamsal bir ihtiyaç haline geldi ne yazık ki ve daha da acısı; hiçbirimiz bundan muaf yani masum değiliz…