Varlığın kaybı

Martin Heidegger’e göre insanın dünyadaki temel durumu “orada olma” (Dasein) halidir. Bu kavram, insanın sadece düşünen bir varlık değil, varlığını hisseden, bulunduğu dünyaya anlam katan bir varlık olduğunu anlatır. “Orada olma” hali, insanın kendini çevresiyle, zamanla, diğer insanlarla ve özellikle de “şimdiyle” ilişkilendirme biçimidir. Ancak dijital çağ, bu ontolojik bağı kökten dönüştürdü. İnsan artık “orada” değil, “oradaymış gibi görünen” bir varlık haline geldi. Heidegger’in varlık felsefesinde “hakikat” (aletheia) örtülü olanın açığa çıkması, yani şeylerin kendi haline bırakılmasıdır. Oysa dijital çağ, şeylerin görünürlük uğruna zorla açığa çıkarıldığı, gösteriye dönüştürüldüğü bir dönemdir. Artık yaşadıklarımızın değeri, içsel derinliklerinde değil, dışsal izlenimlerinde ölçülüyor. “Kayda alınmamış bir hayat, sanki hiç yaşanmamış gibidir” düşüncesi, varoluşumuzu ekrana mahkûm ediyor.

Günümüz insanı bir manzarayı yaşamak yerine, onu sosyal medyada paylaşmayı tercih ediyor. Bir konserin coşkusunu hissetmek yerine, onu görüntülemeyi önemsiyor. “Anın kendisini” doyasıya yaşamak ya da dikkatimizi “ana” yoğunlaştırmak yerine, onun kanıtını sunmaya odaklanıyoruz. Bir şekilde yaşamı arşivliyoruz. Hafızamız yerine arşivlerimizin, yaşadığımıza dair, en değerli kanıtlar olduğu yanılgısına kapılıyoruz. Her birimiz, gözlem ve tecrübelerimizi bilincimize kazımaya çalışmaktan ziyade, birer belgeselci edasıyla, dijital ortamların belleğine güveniyoruz.

Oysa dijital teknoloji, duygularımızı ya da duyumlarımızı kaydedemez ki! İnsanı insan yapan en önemli zihinsel süreçlerden ve varoluşunu oluşturan bileşenlerden “anı” duyumsama ve hissetme; yalnızca “yaşanan anda” hafıza ya da bilince aktarıldığında doğru bir zihinsel refleks üretiyor. Daseinkavramında “orada” yalnızca fiziksel bir mekânı değil, aynı zamanda insanın dünyayla kurduğu anlamlı ilişkiyi ifade eder; insan, dünyada sadece “bulunmaz”; o, diliyle, kaygısıyla, ilgisiyle, anlam arayışıyla da var olur.

Dijital çağda bu anlam ağı, yapay bir simülasyon ağına dönüşmüştür. İnsan, artık gerçek nesnelerle değil, onların dijital temsilleriyle ilişki kurar. Bir ağaç yerine onun ekran görüntüsünü, bir yüz yerine profil fotoğrafını, bir dostluk yerine “arkadaşlık isteğini” deneyimler. Bu durumda “orada olma” artık fiziksel ya da varoluşsal bir deneyim değil; veri akışına katılma biçimidir. Heidegger’in Dasein’ı, varlığın anlamını sorabilen bir varlıkken; dijital insan, varlığını görülür kılabilmek için algoritmalara bağımlı bir varlığa dönüşmüştür.

İnsanın varoluşu, hafızasıyla derinleşir. Fakat dijital kültür, hafızayı dışsallaştırdı. Bellek artık insan zihninde değil, veri tabanlarında saklanıyor. Biz, yaşadıklarımızı bilincimize kazımak yerine, makinaların belleğine teslim ediyoruz. Her anı fotoğraflıyor, kaydediyor, arşivliyoruz. Böylece “anı” yaşamak, yerini anı belgeleme dürtüsüne bırakıyor. Oysa hiçbir dijital kayıt, “orada olma” hâlinin duygusal, duyumsal ve bedensel duyarlılığını taşıyamaz. Güneşin tenimizde bıraktığı ısıyı, yemeğin tadındaki lezzeti ya da bir konserde hissedilen heyecanı hiçbir aygıt kaydedemez.

Heidegger’e göre insanın varoluşu “kaygı” (Sorge) ile örülüdür. Çünkü Dasein, kendi sonluluğunun bilincindedir, öleceğini bilir, bu yüzden anlam arar. Kaygı, varoluşun temel duygusudur. Dijital çağda ise bu kaygı, sürekli bildirimlerle uyuşturulur. İnsan artık “ölümlü bir varlık” olarak değil, “sürekli çevrimiçi” bir varlık olarak yaşar. Ölüm, unutulur; çünkü dijital akış asla durmaz. Bu durum, Heidegger’in tanımladığı “hakiki varoluşun” tam tersidir. İnsan artık kendi ölümlülüğüyle yüzleşmek yerine, ekranın sonsuz şimdisine sığınır. Böylece kaygı, anlamın kaynağı olmaktan çıkar; yeni bir uyuşturma biçimine dönüşür. “Orada olma” artık “hep çevrimiçi olmadır” ama hiçbir zaman gerçekten orada değilizdir.

Heidegger’e göre insanın özünü anlamak, “varlıkla olan ilişkimizi” anlamaktan geçer. Ama dijital çağda bu ilişki, kökten değişmiştir: Artık biz varlıkla değil, veriyle ilişki kuruyoruz. Bu dönüşüm, insanın kendi özünü de dönüştürür. Birey, artık kendini varlık içinde değil, veri ağının içinde deneyimler. Bu durumda Dasein’ın “orada olması”, “her yerde olmaya” dönüşür ama paradoksal biçimde hiçbir yerde gerçekten değildir. Heidegger, insanın varoluşsal görevinin “varlığı düşünmek” olduğunu söyler demiştik. Bugün bu görev, belki de hiç olmadığı kadar zordur. Çünkü dijital çağ, düşünmeyi bilgiyle, anlamı veriyle, derinliği hızla karıştırır. Dijital medya, insana görünürlük verir ama varlık vermez.

Jean Baudrillard’ın dediği gibi, çağımız “simülasyon çağıdır.” Gerçekliğin yerini, gerçekmiş gibi görünen imgeler almıştır ve burada “varlık” değil, izlenim önemlidir. Dijital çağın sunduğu görünürlük, aslında varlığın silinmesidir. İnsanın dünyayla kurduğu ilişki, derin bir tefekkürden değil, yüzeysel bir gösteriden ibaret hale gelmiştir.

Felsefeci Byung-Chul Han’ın dediği gibi (Güney Koreli filozof, Şeffaflık Toplumu, 2012): “Bugün artık hiçbir şey gizli değil, ama hiçbir şey derin de değil.” Derinliğin kaybı,varlığın sığlaşmasıdır.