Türkçenin damarında bir sızı vardır; sesi bazen bir tanburun mızrabına, bazen bir piyanonun tuşlarına siner. Bu sızıya en çok yakışan şairlerden biridir Attilâ İlhan. Onun şiirlerinde, kelimelerle makamlar arasında bir musiki gizlidir. Geçtiğimiz akşam, Hikmet Şimşek Sanat Merkezi’nde Nihat Demirkol’un piyanosu ve besteleri ile Nazlı Kayı’nın sesiyle “Attilâ İlhan Şiirinde İncesaz” adlı dinleti, bu gizli musikiyi yeniden görünür, duyulur kıldı.

Attilâ İlhan gerçek bir Karşıyakalıdır. Yalnız doğduğu, büyüdüğü yer anlamında değil; Karşıyaka’nın o kendine has ruhunu, o deniz kokan hüznünü, martı sesleriyle karışık bir umudu taşıdığı için… Onun dizelerinde bir sahil sessizliği, bir vapur düdüğü, bir akşamüstü rakısının burukluğu vardır. Benim de ilk gençliğimde tanık olduğum, Karşıyaka iskelesinin hemen yanındaki o çay bahçesindeki “İncesaz”, onun şiirlerinde yankı buldu sonraları. Ezbere bilirdik o şiirleri… Güneş denize inerken, bir tanburun sesiyle rüzgârın uğultusu karışır; çay kaşıklarının ince sesi, adeta bir “Şehnâz” mızrabına dönüşürdü. Attilâ İlhan o günleri, o sesi, o denizin içindeki hüzünlü zarafeti nasıl da güzel anlatmıştır…

O “İncesaz” sadece bir müzik değil, bir Karşıyaka duygusuydu; kentin hafızasında asılı kalmış bir ezgi, bir gençliğin, bir mahallenin, bir ülkenin iç sesi…

Neveser tuşlarında bir kederli incelikle başlayan gece, daha ilk andan itibaren bir nazire gibi açıldı dinleyicinin önünde. Dönelim gecenin notlarına:

“Şedaraban Medhal”in teslim bölümü, sanki şiire “sahne sizin” diyordu. Nazlı Kayı’nınyumuşacık sesini ilk kez duymadık ama yine çok etkilendik. Sahnedeki atmosfer, klasik makamın süzülmüş zarafetini Batı müziğinin dingin armonisiyle harmanladı.

Attilâ İlhan’ın “Kaptan” şiirinden bölümler okunduğunda, sahnede yalnız bir ses değil, bir çağın hüznü dolaşıyordu. Nihat Demirkol’un bu dinleti için bestelediği “Şedaraban Şarkı”, önce Tanburî Cemil Bey’in “Şedaraban Saz Semaîsi” ve ardından Muallim İsmail Hakkı Bey’in, “Görülmemiş devr-i Yusuf’tan beri böyle güzel” diye başlayan Yürük Semaîsi ile kucaklaştı.Şiirin kıvrımları içinde bir Osmanlı çinisi gibi parladı her nota.

O an, “ateşten o karanfil şedârabân’a sultandı” dizesi sadece söylenmedi, yaşandı.

Korkunun Krallığı ve Yasak Sevişmek

Timur Selçuk’un “Karantinalı Despina”sı ile yankılanan bir geçişte, Attilâ İlhan’ın yasak sevişmek ve korkunun krallığı şiirleri nefes aldı.Bir gül takıp da sevdâlı her gece saçlarına, çıktı mı deprem sanırdın 'kara kız' kantosuna...

Piyanobazen Tanburî Mustafa Çavuş’un “Hisarbûselik Şarkısı”na ince bir selam yolladı, bazen sadece bir sessizlikle şiire alan açtı.“Dök zülfünü meydâna gel” der gibi, müzik söze yaslandı, söz müziğe sığındı.Bir piyanonun telleriyle bir udun nağmeleri aynı gökyüzüne bakıyordu o gece.

Tutuklunun Günlüğü

“Nihavend” makamına geçildiğinde, kemanların hayali tınısı salonda yankılandı: Nihâvend mi ışıldar içimdeki yoksa samanyolu mu ?

“titretir telli havuzlarda haziran gecesini ziller/ delimsirek bir santûr çılgınlığımızı belirler...”

Kemanî Serkis Efendi’nin bestesiyle Mesud Cemil Bey’in Nihavend Saz Semaîsi iç içe geçince de o unutulmaz an geldi:“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime...”Şairin dizeleriyle birleşince, bu şarkı artık sadece bir melodi değil, bir itiraf, bir teslimiyet oldu.

Yoksul gramofonu, piyanonun modern diliyle yeniden konuştu sanki,“Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor / eski zamanlardan bir Cuma çalıyor...”

İncesazın Şiiri, Şiirin İncesazı

Gece ilerledikçe müzikle şiir arasındaki sınır iyice silikleşti.Artık incesaz şiirin değil, şiir incesazın bir parçasıydı.Santurî Edhem Efendi’nin “Şehnâz Longa”sı, Zeki Ârif Ataergin’in “Beni âteşlere salan o kapkara siyah gözler” bestesiyle öpüştü adeta…

O mızrap, şairin dizelerinde yankılanan “yorgun tereddüt”ü bir kez daha yokladı; çünkü:“o mızrap aynı yorgun tereddütle yoklardı ‘şehnâz’ı...”

Ayrılık da Sevdâya Dahil

Ferahfezâ peşrevleri, Mahûr geçişleri, Hicazkâr dokunuşlarıyla dinleti bir meşk gibi aktı gitti.
Neveser Kökdeş’in aranağmeleri, kadın zarafetinin, kırılgan bir direncin sesi gibi geldi.
Attilâ İlhan’ın “Ayrılık da sevdâya dahil” şiiri, o an sadece okunmadı; salonun duvarlarında yankılandı, nefes oldu, sessizlik oldu, hatıralara selam durdu.

Selâtin Meyhâneler ve Acemaşirân’a Doğru

Sultan III. Selim’in “Sûz-i Dilârâ”sı, geçmişin ihtişamını bugünün duygusuna taşıdı.

“Ah âb-ü tâb ile bu şeb hâneme cânân geliyor” derken, birden sahnede yalnız notalar değil, bir zamanlar Beyoğlu’nun meyhanelerinde yankılanan kahkahalar çınladı. Zil gibi titreşen piyano tuşları, kemençenin yerini aldı.

Ve Aleko Bacanos’un “Acemaşirân” bestesiyle birlikte, bütün makamlar birden sustu.Geriye yalnızca şiir kaldı:“An gelir / paldır küldür yıkılır bulutlar / gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet / o eski heyecan ölür/ an gelir biter muhabbet...”

Piyanonun sesi yavaşça sönüp salonda bir beyaz sessizlik bırakırken, herkes biliyordu:
Bir şiir bitmişti ama bir devrin sesi hâlâ çalıyordu.

Bu dinleti, bir konserden öte, bir hatırlayıştı.Bir yâd edişti.

Neveser Kökdeş’in, Hacı Ârif Bey’in, Tanburî Cemil’in, Tatyos Efendi’nin ruhlarıyla Attilâ İlhan’ın dizeleri aynı sahnede buluştu.

Doğu’nun makamı ile Batı’nın armonisi, aynı kederin ve aynı umudun iki diline dönüştü.

Bir “Şehnâz” kadar zarif, bir “Nihavend” kadar derin, bir “Hicazkâr” kadar içliydi bu buluşma.

O gece anlaşıldı ki:

Türkçede hâlâ “incesaz”la konuşan bir şiir var.Ve her dinletide, o şiir yeniden doğuyor, bir piyanonun Neveser tuşlarında,bir şairin kalbinde yeniden yazılıyor…

Makam müziğinin ülkemizdeki nadir piyanisti Nihat Demirkol ve Nazlı Kayı’nın bize yaşattığı gece için teşekkürler. Ev sahipliği için de Karşıyaka Belediyesi’ne ve Leyla Keskiner’e şükranla…