Tam 620 günü hücrede geçen, 1739 günlük esaretti. ‘Yavaş yavaş çürüsün içeride’ diyeydi belki ya da ‘pişman olur’ diye bekleniyordu. O zindanda ne kadar kalacağı, çıkıp çıkamayacağı hiç belli değildi. Beklenen olmadı. Çelik gibi bir irade, o 1739 günlük esaret sırasında betondan ve demirden ‘umut’ üretmeyi başardı. “Bir gün çıkacaksın buradan. Ne zaman çıkacağın değil, nasıl çıkacağın önemli’ diyordu kendisine… Önemli olan bedeni ve beynini sağlam tutmasıydı. Spor yaptı, haftada en az 1000 sayfa kitap okudu ve de usanmadan yazdı.
Bilgisayar ya da daktilo vermediler. Elle yazmaya başladı. Sağ eli yorulunca, sol eline yazmayı öğretti. Kağıt kalem olmasaydı, bu kez beton duvarlara kazarak yazar, ama mutlaka yazardı. Çünkü o bir yazardı, gazeteciydi. Zaten zindana atılmasının nedeni de, doğru bildiği ne varsa korkusuzca ve yılmadan yazıyor olmasıydı.
Hain bir suikastla hayattan koparılan bir efsanenin, Uğur Mumcu’nun köşesi ona verildiğinde henüz 33 yaşındaydı. O köşede yazmaya başladı. Birkaç yıl sonra astronomik transfer teklif edilmişti, plazalı dönemin revaçta olduğu dönemde, büyük bir medya grubundan… Reddetti, hiç düşünmeden… Ardından kendisine dikkat etmesi gerektiği yolunda uyarılar gelmeye başladı dostlarından… Mumcu’nun başına gelen, onun da başına gelebilirdi. Bir anlık kısa bir endişe sardı yüreğini… Ölmekten, öldürülmekten değildi endişesi... Henüz çok küçük olan kızına iyi anılar bırakmak için ona zaman lazımdı. Yumuşatmadı yazılarını, devam etti ülkenin sorunlarını üzerine yazmaya, hiç satmadığı ve hiç kiraya vermediği kalemiyle… Tek silahı oydu, kalemiydi çünkü…
Yargılandığı davada en çok ağrına giden, yerinde yazması için köşesinin verildiği Uğur Mumcu’yu öldüren çeteye üyesi olduğu iddiası olmuştu. “Değilsen kanıtla” denmişti. Hayatı boyunca en çok yıkıldığı andı, o an… Böyle bir iddia nasıl dile getirilebilirdi. Yargılandığı dava, siyasiydi, düzmece gerekçelerle oluşturulmuştu. O gün, siyaset yapma kararı aldı. Cumhuriyet Halk Partisi tarafından cezaevindeyken aday gösterilmiş, aday gösterildiği yer olan İzmir onu seçerek Meclis’e göndermişti. Milletin vekili seçildiği halde çıkarmadılar içeriden. Milletvekilliğinin 2,5 yılı zindanda geçti. Derin bir vefa borcu olduğu İzmir üzerine projeleri üretmeye, İzmir üzerine deli gibi okumaya başladı.
Ve nihayet özgürlük… 9 Aralık 2013… Birkaç günü ailesiyle geçirdikten sonra yollara düştü. Aralarında İzmir’in de bulunduğu 43 il, 300’den fazla ilçeye gitti. Partisinin projelerini anlattı, yerel seçimlerde kim yardım istediyse oraya koştu, nöbetçi eczane misali çalıştı. Bu hikaye böyle bitmezdi. Siyaset gömleğini giydi. Türkiye’nin sorunlarını yazan değil, aynı zamanda Türkiye’nin sorunlarını çözen birisi olma kararını aldı.
SİYASETİN YENİ EFSANESİ OLMA YOLUNDA…
Evet, Mustafa Ali Balbay’dı, beton ve demirden umut üretmeyi başaran o çelikten iradeli yazar... 7 Haziran seçimleri için kontenjandan başvurmayı reddetti. Vefa borcunu ödeyeceği İzmir’de 2. bölgeden aday adayı olmak için önseçimi tercih etti. 35 günlük maraton için yola çıktığında konuştuğu herkese şunu söyledi: “Ben size umut, sevgi ve heyecan getirdim. Bu ülkenin geleceğine olan umudumuzu paylaşalım, birlikte büyütelim. Beni çoğaltmanız için el almaya geldim. Mustafa Ali Balbay’ı çoğaltın.”
Sabahı ilk ışıklarıyla yola çıkan Balbay, güne mütevazı bir ailenin kahvaltı sofrasında başladı. Ardından partisinin üyeleriyle buluştu, toplumun her kesiminden, her yaştan insanla temas kurdu. Sivil toplum kuruluşlarını, dernekleri, kahvehaneleri gezdi. Herkesi kucakladı, umudunu ve enerjisini karşı tarafa geçirdiği bu inanılmaz tempoda günde ortalama 1000 kişinin elini sıktı ama kendi deyimiyle hiç can sıkmadı. Seçim bölgesi, bir ucundan öteki ucuna 320 kilometre uzaklık olan bir alandı. Bu bölgeyi karış karış gezerken, günde ortalama 550 kilometre yaptı. Bazen deniz seviyesinin sıfır noktasında insanların sorunlarını dinledi, bazen de 1000 metre yüksekteki Beydağ’ın Ovacık Yaylası’ndaydı. Projelerini anlattı, dertleri, sıkıntıları dinledi, beklentileri topladı. Parolasını, ‘dokun, dinle ve anlat’ olarak belirlemişti. Bazen 21 saati bulan günlük programını, yine vatandaşların ve parti üyelerinin evlerine konuk olduğu “Kapınızı Çalan Benim” adını verdiği bir çalışmayla noktaladı.
Yeniden milletvekili seçildiğinde ‘İzmir Bakanı’ gibi çalışacağını söyleyen Balbay, bu maraton sırasında toplumun her katmanından insana dokunmaya çalıştı. 7 yaşındaki çocuklarla da konuştu, 70’ini aşmış ihtiyar delikanlılarla da… Turizm, teknoloji, ticaret, tarım ve kültür alanlarında büyük potansiyel olduğunu söylediği İzmir için hazırlayıp 4T-1K adını verdiği projesinin geliştirilmesi için kentin iş dünyasına da hitap etti. Son olarak çıktığı Beydağ Ovacık Yaylası’nda adeta özgürlüğün tadını çıkaran, oksijen ve enerji depolayan Balbay, önseçim öncesi İzmirlilere şu mesajı verdi: “Sayısız medeniyete beşiklik eden bu kenti, tarımıyla, turizmiyle, yeniden canlandırılacak ticaret hayatıyla, ileri teknoloji üretmeye hazır yapısı ve çok az şehre nasip olan eşsiz kültürel birikimiyle bir dünya kenti yapmak için günde 24 saat çalışmaya hazırım.”