Toplumsal cinsiyet eşit(siz)liği
Melek ERYAZICI

Birkaç gün önce, sosyal medyanın da gündeminde olan Dünya Kız Çocukları Günü kutlama görselleri ve mesajları dikkatimi çekti. Bir cinsiyetin belli gün ve programlarla yüceltilmesini doğru bulmayanlardanım. Bu davranış, özde olumlu bir hissiyata dayanıyor gibi addedilse de, cinsiyet temelli ayrımcılığı desteklediğini düşündüğüm bu tip kutlamaları suni ve tetikleyici hareketler bütünü olarak değerlendiriyorum.

Hergün benzer ya da farklı şekillerde istismar edilen, günümüzde ise yaygın ataerkil zihniyet çerçevesinde kız mıdır/kadın mıdır? ikilemi dahilinde fenomenleşmiş cinsiyetçi algıda değerlendirilen çocuklarımızı bir gün süresince yüceltmek...

Ben bu satırları yazarken, dünyanın birçok yerinde türlü eziyetle mücadele eden sayısız kadın varken üstelik...

Adil mi?

Değil.

Kutlandı mı?

Evet, sosyal medyada ve eril ağızlarda üretilmiş etiketçi güzellemelerle üstelik.

Prensesim, nahif kızım, nazlı ceylanım...(ana-babalarının koçları, aslanları ve kaplanları ikincil pozisyona atılınca tırnaklarını yediler üzüntüden)

Üzücü olan, bu sıfatların kadın söylemine dahil olması ve toplumun büyük bir kesiminin bu bilinçsizliğin vehametini göremiyor olması.

Ne amaçla kutlandı?

Kız çocuklarını yüceltmek.

24 saatte yüceldiler mi?

Arşa çıktılar.

Sonrası?

Gökyüzünden hızlı bir şekilde, toplum tarafından onlara atfedilen domestik sınırlarına döndüler mi bu çocuklar?

Döndüler.

Süreçte birçoğu sosyal medya üzerinden de olsa

uslu ve itaatkar naturaları için ebeveyn övgüsüne nail oldular.

Sorarım. Uslu olmak neden sadece kadınlara atfedilir?

Ve dahası bu yafta neden kadınlar dahil kimseyi rahatsız etmez?

Çünkü toplum tarafından normalleştirilmiştir.

Makul olan budur diye düşünülür. Kimse sakınca olarak görmez.

Erkeğin nazlısı toplumda kabul görmez, hele nahifi hiç.

Sesi ne kadar gür çıkarsa o derece yüceltilir.

Taş fırın erkeği sıfatı çoğu toplumda erkekliğin nirvanasıdır çünkü.

Alttan alan erkek olmaz, pısırıktır o. İyi yetiştirilmemiştir.

Ya da duygularını baskılamayı bilmeyen erkek çocuk ötekileştirilir. Acısı/sorunu görmezden gelinir.

Dünyanın bir yerinde, duyguları paralize edile edile büyüyen erkek çocuğunun duyarsızlaşması toplum içerisinde, agresyon ataklarıyla netleşirken “oğlum erkek oluyor” nidalarıyla övünç

duyan eril tahakküm destekçileri, çocuğuna adam olmanın inceliklerini öğretirken, başka bir yerde, kesilen ağır faturayı belki de yaşamıyla ödeyecek en münasip kız çocukları eş olarak yetiştirilmiyor mu?

Toplumumuzda, her söylenene he diyen, koşulsuz kabulleniş ve itaat kız çocuklarının davranış edinimindeki en parlak apoletlerinden biri olarak karşımıza çıkar.

Ağzı var, dili yok. Kadına atfedilmiş en münasip sıfatların liste başı.

Ekleyeyim. Bu algıda kadının varlığı da, adı da yoktur. Olmaması için de toplumun belirli bir kesimi şiddet ve manipülasyon unsurları kullanarak çabalar.

Bakınız günlük şiddet olayları.

Toplumumuzda kadına ve erkeğe etiketlenmiş kavramların zihnimizde yarattığı anlamlarla,

cinsiyete yönelik negatif ve bilhassa önyargı içeren ifadeleri yeniden tanımlamanın önemini fark ettiğimiz günlerden geçiyoruz. İşte tam da bu noktada, Bir söylem analisti olarak, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği kavramı konusunda toplumsal söylem bilinci oluşturmamızın gerekliliğini savunuyorum. Çünkü cinsiyetçi yaklaşım, sadece erkekler tarafından değil, kadınlar tarafından da üretilerek toplumsal yaşam ve varoluş şeklimizi belirliyor. Cinsiyetçi söylemin, bilhassa kadını yaşamın öznesi olmaktan alıkoyduğunu, ve cins odaklı toplumsal algıyı pekiştirdiğini biliyoruz.

Zira kelimeler ve kavramlar, onlara yüklediğimiz anlamlarla hayat buluyor.

Kullandığımız dil; düşünce, davranış ve inanış biçimimize de ayna tutuyor. Bu sebeple, iletişimimizde dilin söylem hedeflerimizin köprüsü olduğu bilinciyle hareket etmemiz gerekiyor. Cinslere yaftalanmış olumsuz niteliklerden arınabilmenin ilk şartı, söylemden eksilteceğimiz cinsiyetçi kavramlardır.

Nasıl başaracağız?

Şiddet ve yayılımıyla ilgili mücadelede, eşitlikçi yaklaşım becerisi kazanmak için geliştirilecek ön söylem bilinci, dildeki aktif yapılanmamızı kuvvetlendirirken, erkeğe ve varlığına atfedilen gücü normalleştiren önyargının yeniden üretilmesinin de önüne geçer. Biliyoruz ki, kadının kendi özgücüne yabancılaşması ve edilgen bir varlık olarak yaşamı sürdürmesi, şiddetin sonsuz ve kaçınılmaz bir döngü olduğu algısını besler.

Bu bağlamda, bu haftaki köşe yazımda, sizlere kadın cinsiyetinin bir grup olarak farklılaştırılmasını pekiştiren deyim ve atasözlerinin ataerkil ideolojinin itaatkarlık beklentisini ne şekilde derinleştirdiğini hatırlatmak istedim.

Nereye bakmalıyız?

Deyimler toplumca kabul görmüş kolektif bilincin yansımasıdır.

Türkçede “karı gibi ağlamak”, “karı gibi gülmek”, “saçı uzun aklı kısa” gibi birçok ifade, kadın cinsine atfedilen ve toplumsal davranış beklentisi dahilinde kadını değersizleştiren cinsiyetçi tutumların da somut örnekleri haline gelmektedir.

Dikkat ederseniz, tam da bu noktada, cinsiyetçi dil ayrımcılığı, şiddetin ilk basamağını oluşturmaktadır.

Dilde var olan eşitsizlik, kadının varoluşsal potansiyelinin önemli bir bölümünün kullanımını kısıtlayarak, egaliter (eşitlikçi) bakış açısının yaygınlaşmasını engeller.

Toplumda kadın ve erkeğin davranış algısının söylemle şekillendiği ve cinsellikle ilişkili sözcüklerin kadın varlığıyla özdeşleştirildiği bir sistemde, toplumsal rollerin irdelenmesi ve yapılandırılması şiddeti önlemede önem arz eder.

(kocaya) varmak, (erkeğin) kaşık düşmanı gibi söylemler, kadının metalaştırıldığı ve itibarsızlaştırıldığı ataerkil sistemin eril güç odaklı algısıyla şekillenmiştir. Bir başka örneğe değinelim: kız istemek/kız almak, evlilik sürecinde kadını ikincil konumda pasifize eden söylemler arasında gelmektedir. Toplumumuzda erkeğin varlığını yücelten bu tarz söylemlerin kadının toplumsal itibarını zedelemekte olduğunun kaç kişi farkında? Devam edelim. Sözünün eri, erkek sözü, kız başına, kadın kısmısı, işini adam gibi yapmak türevli söylemler, kendimizle ve dış dünyayla iletişimimizi ne şekilde biçimlendiriyor, hiç düşündünüz mü? Cinsiyete dair gönderme niteliği taşıyan, erkeklik öldü mü?, Yuvayı dişi kuş yapar gibi söylemlerin kadın ve erkeği kutuplaşmadan öteye taşımayan, sosyal ve ekonomik tahakkümle kısıtlayıcı örnekler olduğunu da eklemek lazım.

Ha bir de devlet baba söylemiyle, kadını politik ve düşünsel arenadan soyutlayan ifadeyi de eklemek isterim. Devlet yönetimini salt eril egemenlikle özdeşleştiren bu yaklaşım, tarihe yön vermiş nice kadını politik arenada ne denli silikleştirebilir?

Tarihe bir göz atalım.

Sosyo-politik marjinallikleri açısından önem teşkil ettiklerini düşündüğüm iki tarih figürünü ele alalım:

Hangi eril tahakküm, Birleşik Krallık başta olmak üzere, 63 yıl boyunca tahtta kalan ve bir çağa ismini veren Kraliçe Victoria’yı politik açıdan görünmez kılabilir?

Ardından tahta geçen II. Elizabeth ataerkil otorite ve toplumsal cinsiyetçi şartlanmayı nasıl yorumlardı?

Asıl önemli olan, kadının ikincil statüde varlığını sınırlandıran kültürler, bu kuvvetli figürleri nasıl tanımladı? Tarihe yön veren ve ezberbozan bu figürlerin özgüçlerine yabancılaşmadan dünya atlasını şekillendirme güçlerini fantastik kurgu algısı çerçevesinde açıklayamayız.

Çünkü, kadının öznel varlık bilinci, coğrafyanın kader kabul edildiği bölgelerde kolaydan tanımlanamaz. Pakistan’ın ilk müslüman kadın başbakanı Benazir Butto’nun siyasette ve yaşamda iz bırakma mücadelesi uygun bir örnek olacaktır.

Ağaç yeşert meyve getirsin, oğlan büyüt ekmek getirsin gibi cinsiyetçi zihniyeti destekleyen sınıfçı söylemlerden çok öte bir mücadeleden bahsediyorum. Yaşamda özne olmayı başarmış, nice Türk gencine eğitim olanağı sunmuş Prof. Dr. Türkan Saylan inancı ve kararlılığından lazım bize.

Genç nesillerimize eşitlikçi yaşamı öğretirken, tarihin ilklerine imza atmış Türk kadınlarından NATO’nun ilk kadın jet pilotu Leman Bozkurt Altınçekiç kararlılığını da heybemize koymalıyız.

Söylenecek daha çok şey var, farkındayım. Sonuç olarak, geleneksel çerçevede, kadının tehlikeli ve kontrol altında tutulması gereken bir varlık olduğu inancından arınmış bir toplum oluşturulması için söylem bilinci oluşturmak çok önemli. Kadının eksik ve tamamlanması gereken bir varlık olarak erkeğe muhtaç statüde konumlandırılması algısının şiddeti tetiklediğinin farkına varılması değişim ve dönüşümde önem taşır.

İşte bu yüzden, ifade her şeydir!

Avusturyalı filozof Wittgenstein’ın popüler sözüyle veda edeyim.

“Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.”

Sevgi ve sağlıkla kalın. Haftaya görüşmek üzere.



Sayfa Adresi: http://www.egedesonsoz.com/yazar/toplumsal-cinsiyet-esit-siz-ligi/16462