Bir 12 Eylül öyküsü: ‘Gel oğlum buraya!’
Kemal ANADOL

Dünyada kaydedilen en büyük deprem 22 Mayıs 1960 günü Güney Şili’de gerçekleşti. “Büyük Şili Depremi” olarak anılan bu felâket tamı tamına 9,5 şiddetindeydi. Bir anda 1655 kişi yaşamını yitirmişti. Galiba ikinci büyük zelzele de 12 Eylül 1980 günü Türkiye’de meydana geldi. Ama bunun Şili’dekinden farkı jeolojik değil, ideolojik, politik, ekonomik, sınıfsal ve kurgusal olmasıydı. Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Hatay’a uzanan büyük fay hatlarının kesiştiği noktanın tam da üstünde başkent Ankara vardı. Depremin şiddeti en çok orada hissedilmiş, tahribatı da orada görülmüştü. Önce milletin Meclisi yıkıldı. Sonra da siyasal partilerin genel merkezleri. Sendikalar, meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşları yerle bir edildi! Sağlam kalan binalar askeri ve sivil cezaevleriydi! Artık faşizm, deprem sonrasında görülen tsunami dalgaları gibi ülkeye yayılmış ve egemen olmuştu.

***

12 Eylül depreminin bilançosu uzun süre sonra ortaya çıktı. Dağılan ailelerin, yıkılan yuvaların, çekilen çilelerin haddi hesabı yoktu. Cuntanın üstünde tepindiği insanlık onuru, dökülen gözyaşı ve kanın sayım dökümü çok zordu. Yıllar sonra resmî rakamlara göre 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 230 bin kişinin askerî mahkemelerde yargılandığı, 1 Milyon 683 bin kişinin fişlendiği, 50 yurttaşın asıldığı, 171 kişinin işkence tezgâhlarında can verdiği, çeşitli nedenlerle 300 kişinin öldüğü anlaşıldı. Bunlara cuntanın işlediği “faili meçhul” cinayetler dahil değildi elbette.

Yıkılan TBMM enkazı altından canımı zor kurtarmıştım. Ankara’daki evimiz depremin şiddetiyle sarsılmış, duvarları çatlamış, çatısı çökmüştü. Ailemiz karı koca ve iki çocuktan ibaretti. Oğlum ilk okulu bitirmiş o günlerde itibarlı olan Anadolu Liselerinden Karadeniz Ereğlisi hazırlık bölümünü kazanmıştı. Kızım ise yine seçkin bir eğitim kurumu olan Ankara TED Koleji orta son sınıftaydı. Ben de Barış Derneği sanığı tutuklusu olarak İstanbul Kartal Maltepe’deki Zırhlı Tugay’ın hapishanesindeydim. Eşim oğlumu alarak Karadeniz Ereğlisi’nde ölen anneannemin evine gitmiş, kızımı da Ankara’da anneme bırakmıştı. Beyrut’u terk eden Filistin göçmenlerine benziyorduk!

***

İstanbul 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı 2 numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesinde yargılanıyorduk. Mahkeme heyeti, bir muvazzaf başkan ve iki askeri hâkimden oluşuyordu. Burada önemli olan duruşma yargıcıydı. Çünkü duruşmayı o yönetiyor, beyanları tutanağa o yazdırıyordu.

Mahkememizin duruşma yargıcı Askeri Hâkim Atillâ Ülkü’ydü. Savcısı da sıkıyönetimin emrine giren sivil savcılardan Mustafa Gül. Her ikisinin de cunta tarafından özel görevlendirildikleri kanısı hepimizin ortak düşüncesiydi. Atillâ Ülkü, derneğimizin başkanı, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıllarca yabancı ülkelerde temsil etmiş Büyükelçi Mahmut Dikerdem’i azarlamaktan zevk alıyordu. Aynı mutluluğu İstanbul Baro Başkanı Orhan Apaydın, Türk Tabipler Birliği Başkanı Dr. Erdal Atabek, parlamenterler, akademisyenler, yazarlar, mühendisler, şairler ve ressamlardan oluşan sanıkları hırpalamaya çalışırken duyduğu ayan beyan görülüyordu. Ama karşısında eğilip bükülmeyen bir kadro vardı. Onları ezmeye çalışan yargıç başarılı olamayınca bozuluyor ve daha çok hırçınlaşıyordu. Türk aydınının 12 Eylül’e karşı çok başarılı sınav verdiği bir sahneydi Barış Derneği davası…

***

Bir yıla yakın tutuklu kaldıktan sonra tahliye olmuştuk. Ama ne tahliye! Tutuklu iken bir sonraki duruşma tarihini sürekli 28 gün sonraya atan duruşma yargıcı, biz serbest kalınca bu süreyi haftada iki güne indirgemişti. İstanbul’da oturan sanıklar rahattı. Mahkemeye evlerinden gidip geliyorlardı. Ya diğerleri? Çoğunluk Ankara’dan, elektrik mühendisi Ergun Elgin’le ben İzmir’den geliyorduk. Oğlum ve kızımı bin bir güçlükle Bornova Anadolu Lisesi’ne kaydettirmeyi başarmıştım. 1980 başında Emlak Kredi Bankası’ndan taksitle aldığım Atakent zemin kat dairede kiracı vardı. O çıkıncaya kadar kayın validemin Karşıyaka Donanmacı Mahallesi Belediye Sokaktaki evine sığınmıştık. Özetle, halâ deprem çadırından çıkıp yuvamıza yerleşememiştik.

Bu hengâme içinde Ergun’la ben, pazartesi akşamı Varan otobüsüne biniyor, sabah İstanbul’da iniyorduk. Ama asıl zorluk ondan sonra başlıyordu. Terminalden Saraçhane’ye gidiyor, oradan Vezneciler dolmuşuna biniyor, Metris’e yakın bir yerde iniyor epey yürüdükten sonra duruşmaların yapıldığı barakalara ulaşabiliyorduk. Ayak ayak üstüne atmanın yasak olduğu arkalıksız sıralarda oturarak en az altı saat süren duruşmanın bitmesini bekliyorduk. Daha sonra hep birlikte İstiklâl Caddesi Baro Han’ın üstündeki Çatı restorana gidiyorduk. Akşam masamızda, duruşmayı izlemek üzere Yunanistan ve Avrupa’dan gelen gazeteciler, aydınlar, Uluslararası Af Örgütü yöneticileri ve avukatlarımızla bir araya geliyorduk. Hesap Alman usulüydü elbette. Hepimiz geçim sıkıntısı çekiyorduk. Saat 22.30’da masadan kalkıp Gümüşsuyu’ndaki Varan Otobüslerinin durağına koşuşuyorduk. Saat 24.00’te kalkan araçlar bizi memleketimize götürüyordu. Sabah erken geldiğim evde biraz kestirdikten sonra, yaz sonunda başlayacak yeni ders dönemi için çocukların okul hazırlıklarından, telefon ve elektrik makbuzlarına kadar ayrıntılı işler arasında boğuluyordum. Sadece salı gecesi başım yastık görüyordu. Çarşamba gecesi yine İstanbul’a hareket… Sabah Saraçhane, Vezneciler dolmuşları ve Metris! Bütün gün süren duruşma ve çıkışta Çatı restoran… Bir haftalık takvimimiz buydu. İnsanın canından bezdiren bir trafik! Duruşma yargıcı Atilla Ülkü, galiba vermek zorunda kaldığı tahliye kararının acısını çıkarıyordu! DİSK davasında bile tahliye olan sanıklar duruşmadan vareste tutulurken mahkememiz inatla bu istemimizi reddediyordu. Arkadaşlar arasında yarı ciddi şakalaşıyorduk. Galiba tutukluyken daha rahattık!

***

Bu arada Zonguldak’a gidip oradaki barodan kaydımı alıp İzmir Barosu’na nakil yaptırmam gerekti. Bu nasıl olacaktı? İstanbul’da devam eden ve haftada iki gün süren duruşmalar buna engeldi. Oysa ben mesleğime dönmek, İzmir’de avukatlık yapmak istiyordum. Ailemi geçindirmek zorundaydım. Tek çözüm bir doktordan rapor almaktı. Ama 12 Eylül faşizmi doktorları öyle korkutmuştu ki, devlet hastanelerinden rapor almak imkânsız hale gelmişti. Özel raporları da mahkeme geçerli saymıyordu. Sonunda Ankara Gazi Üniversitesi Ortopodi ve Travmatoloji Bölümü öğretim üyesi arkadaşım Prof. Dr. İnanç Ayas bana on günlük rapor verme yiğitliğini gösterdi. Avukatım Halit Çelenk raporu mahkemeye sunmuştu. Zonguldak’a gidip barodan dosyamı alıp İzmir’e dönmüş ve başvurumu yapmıştım. Evren cuntası, hakkında kesinleşmiş hüküm bulunmasa bile Türk Ceza Kanunu 141. Maddesinden yargılanan avukatların barolara kaydını yasaklamıştı. İzmir Barosu sürdürdüğü ilerici geleneğini kanıtlamış, Baro Başkanı Güneş Atabay, Genel Sekreter Bülent Baratalı, eski başkan Güney Dinç’in çaba ve dirençleriyle konseye kafa tutarak bu yasağı delmişti. Artık İzmir Barosu avukatıydım.

Sen misin mahkemeye rapor veren! Duruşma yargıcı küplere binmiş. Raporu kabul etmemiş, Emniyet örgütlerine müzekkere yazarak bulunduğum yerde yakalanarak mahkemeye götürülmemi ara kararına bağlamış. Bir anda aranan bir kaçak durumuna düşmüştüm. Bu tam anlamıyla zulümdü ve başım belâdaydı. Karşıyaka’da can arkadaşım Ali Rıza Bodur’la karşılaştım. “Ne var ne yok” muhabbeti sonunda başıma gelenleri anlattım. Bodur gerçekten kara gün dostumdu. CHP içindeki ilerici hareketin içinde hep birlikte olmuş, zor günleri birlikte yaşamıştık. “Gel kumandan” dedi bana. “Seninle bir güzel kafa çekelim. Hiç olmazsa açılır, rahatlarsın.”

Karşıyaka iskelesinin çaprazında ve cadde üstündeki Laz Fadıl’ın Yalı restoranına oturduk. “Ali Rıza” dedim. “Tam da göz önündeyiz. Polise yakalanmaktan korkuyorum.” O rahattı. “Hiçbir şey olmaz. İşkillenip durma.” Mezelerimiz ve rakılarımızla masamız donatılmıştı. Tam da vakti kerahatin geldiği saatlerdi. İzmir’in ünlü akşam güneşi kordondaki apartmanların camlarına yansıyordu. Seyrine doyum olmaz kızıllık artık İzmir Körfezi’ne egemen olmuştu. Kadehler birbirini izliyor, çekilen çileler efkârımızı artırıyor, zaman su gibi akıyordu. Ben “Ali Rıza gece on birde sokağa çıkma yasağı başlıyor” dedikçe o “Boş ver kumandan. O saate daha çok var” diye geçiştiriyordu.

Saatime bakınca telâşlanmıştım. “Ali Rıza farkında mısın? Saat on buçuk!” O vurdumduymaz tavrını sürdürüyordu. “Kumandan boş ver, bir duble daha içelim.” Bir duble daha geldi. Garsonlar

masaları toplamaya başlamışlardı. Artık sabrım taşıyordu. Yalı Caddesi iyice tenhalaşmıştı. Saat on bire on vardı. Hızla ve hırsla Bodur’a döndüm. “Galiba beni bu akşam yakalatmaya kararlısın!” Cümlemi bitirirken üzerimize doğru gelen bir inzibat neferi görmez miyim? Söylenmeye başladım. “Of be Ali Rıza… Of, of!” Ali Rıza aniden davudi sesiyle inzibata seslendi. “Gel oğlum buraya. Ben Albay Ali Rıza!” Delikanlı yaklaştı ve çakı gibi bir selam çaktı. “Emret komutanım.” Ali Rıza ere beni gösterdi. “Bu çok önemli bir adamdır ve benim konuğumdur. Gideceği yer yakında, Belediye sokakta. Onu evine kadar götür. Dönüşte de gel bana tekmil ver. Seni bekliyorum.” Yanıt hazırdı. “Baş üstüne komutanım.”

Masadan rahatlayarak kalkıp, inzibatla birlikte yürümeye başladım. Beni eve kadar götürdü delikanlı. Kendisine “Sağ ol asker” dedim ve peşinden seslendim. “Ali Rıza Albaya selam ve teşekkürlerimi söyle.”

Bir sıkıntılı 12 Eylül gecesi daha geride kalmıştı.

Başıma daha neler gelecekti?

Bekleyecektim ve görecektim!



Sayfa Adresi: http://www.egedesonsoz.com/yazar/bir-12-eylul-oykusu-gel-oglum-buraya-/15926