Tabula Rasa
Melek ERYAZICI

17. yüzyıl düşünürü John Locke, insanın yaşamı gözlemleyerek öğrendiği ilkesini savunur. Bu önermeye göre akıl, insan ve toplum yaşamının devamı açısından tek yol göstericidir ve evrensel ahlak doğuştan gelen bir özellik değildir. Locke, ahlak olgusunu zihin çekmecelerimizde, “akıl” ve “özgür düşünce” ışığında, deneyimleme, sınıflandırma ve ayrıştırma yöntemiyle oluşturduğumuzu söyler.

Yazılarımda latince kökenli kelime ve cümlelere yer verdiğimi tüm okurlarım bilir.

Tabula Rasa dilimizde “temiz bir sayfa” demek.

Bu haftaki yazımın amacı entelektüel bağlamda felsefeye giriş dersleri vermek değil. Uzunca bir süredir, bilimsel alanda kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitliği konularını uluslararası boyutta araştırırken, şiddetin öğrenilmiş bir davranış olduğu sonucuna da değinmek istedim. Konuyu derinlemesine çalışırken, şaşkınlığımı gizleyemediğim bir unsuru da sizlerle paylaşmak istiyorum.

Şiddet karşısında boyun eğmeyen, rasyonal düşünce, söylem ve yapılanmanın gücüne inanan kadınlara yönelik bir hınç var. Öte yandan, kadının fırsat eşitliğini savunan, yaşamın her alanında kadın varlığına ve söylemine destek veren, birlikte yan yana, omuz omuza yaşam inşasına dikkat çeken erkekleri de bel altı vurarak cinsiyetçi spot tutan başka bir hınç kapısı var önümüzde.

Bu sıkıntılı ve hatta çelişkili duruma, patolojik nefret unsurları, toplumsal cinsiyet bağlamında kadına ve erkeğe yüklenen roller, toplumsal davranış prensipleri, rol karmaşıklığının verdiği tükenmişlik hissi de eklendiğinde baskın değerleri olumlayan toplum paradoksu ortaya çıkıyor. Bu paradoks, şiddet konusu da dahil olmak üzere, kadın ve erkek için yaşamsal eşitliğin oluşturulması ve geliştirilmesi gereken uzlaşmacı yaklaşım çerçevesinde, toplumsal farkındalık ve iletişim yapılandırmasını sekteye uğratarak, durumu kaotik bir çembere dönüştürüyor. Geçen haftaki yazımda, ayrımcılıkta söylem temizliğinin önemi konusuna yoğunlaşmıştım. Bu haftaki yazımda ise, şiddetin temelinde yatan sebeplere ve süreç işleyişine odaklanalım istedim.

Şiddet olaylarının özünde yatan ana sebeplerden en çarpıcı olanı, davranışın nedenini koşulsuz karşı tarafa yüklemek. Sorunu çözebilmenin ilk adımı ise, davranış sorumluluğu farkındalığı kazanmak. Mağdur eksenli söylem ve duygusal analizler, faili şiddet davranışına yönlendiren nedenlere ayna tuttuğu gibi, şiddet failinin davranış biçimi incelendiğinde, kontrol yetisinin sekteye uğraması (ya da kontrolün hiç sağlanmadığı durumlarda) kontrol amaçlı bir arzuya işaret eder. Gerek mağdur karşısında zaafları kapatma arzusu, gerekse içsel baskı unsurlarının kontrol altına alınamaması sonucunda ortaya çıkan şiddet olaylarında, fail kendine has bir tarz benimsiyor. Dikkat edilecek nokta ise, şiddet gözle görülür biçimde eyleme dönüştüğünde kadın açısından yasal müdahale hakkı doğuyor.

Toplum değerleriyle barışık olmayan, hak ve özgürlükler konusunda başkalarının kişisel alanına müdahale hakkını tekelinde gören kişilerin şiddete meyli bir hayli yüksek. Yalnız ve ancak davranış sorumluluğu bilincinin gelişmesi ile önlenebilecek şiddet vakalarında, davranışı reddetmek ilk tepki. Ruhsal dinginliğe ulaşmak, farkındalık kazanmak ve sorumluluk bilinci bu yüzden son derece önemli.

 

Dünya Sağlık Örgütü’nün 194 ülkede yapılan 300’den fazla araştırma değerlendirmesinin güncel raporuna göre, “dünya genelinde 736 milyon kadın hayatında en az bir kez erkek şiddetine maruz kaldı. Bu rakam dünyadaki kadın nüfusunun üçte birine tekabül ediyor” İtaat beklentisinin şiddet vakalarındaki tetikleyici unsur olduğu da bilinirken, temiz bir sayfadan bahsetmek... Şiddetin yıkıcı etkileri arasında ölüm, cinsel hastalıklar, istenmeyen gebelikler ve depresyon varken üstelik.

Pandemi döneminde, şiddet vakalarının belirgin oranda arttığı da bir başka acı gerçek. Özellikle kapanma sürecinin bireyler üzerinde yarattığı baskıya bağlı artan ev içi şiddet vakalarını incelediğimizde, toplumsal cinsiyet algısına dair inanış ve uygulamaların etkili olduğunu görüyoruz. Bu manada, kültürel şekilllenme çerçevesinde, toplumsal cinsiyetin, biyolojik cinsiyetten ayrı ve daha baskın olduğunu gözlemliyoruz.

Toplumsal cinsiyet kavramı neden kadın cinsiyle özdeşleştirilen bir olgu olarak karşımıza çıkıyor?

Çünkü toplum nazarında kadın öznel bir varlık.

Çünkü belirli şemalar dahilinde, kadının varlığını sınırlar içerisinde tescilleme kanısı daha yaygın ve kabul gören bir düşünce biçimi.

Çünkü farklı iki kutuptan biri kadın.

Varlıktan öte, “diğer” cinsle tanımlanması daha uygun görülen bir mülkiyet algısı ile tanımlanıyor.

Bu yüzden, toplum bazında, kadının davranış yol haritasının eril algoritma tarafından oluşturulması daha “emin” görülüyor.

İşte bu yüzden, öğrenilmiş yıkıcı davranışlardan arınmak için hem bir umut, hem de tünelin ucundaki ışık tabula rasa...

Sevgi ve sağlıkla kalın…



Sayfa Adresi: http://www.egedesonsoz.com/yazar/tabula-rasa/15854