Hayret!
Kemal ANADOL

Önce ekonomik kriz… Her krizde olduğu gibi ezilen sınıflar… Mavi ve beyaz yakalılar, emekliler, dükkân kirasını ödeyemeyen esnaf ve milyonlara varan işsiz ordusu! Daha da korkuncu, krizin üstüne çöken Korona salgını! Depremleri, selleri, evsiz kalanları da eklersek ülkemiz manzarası kimseyi mutlu etmiyor. İktidar sahiplerinin koltuklarını koruma içgüdüsü ile çizdikleri pembe tablo hiç de inandırıcı değil. Askıda ekmek, asgari ücret, ödenemeyen kredi kartları içinde bunalan ezilen sınıf bunların da önüne geçen salgın belâsıyla boğuşuyor.

Bu ortamda iktidarın gündem değiştirme ve tartışmaları başka yöne kaydırma çabaları açıkça ortada. Muhalefetin bu oyuna gelmemesi gerekir elbette. Karşılıklı lâf yetiştirmenin halk önünde hiçbir değeri yok. Olaylara “kasap mal derdinde, koyun can derdinde” anlayışıyla bakıyor.

Tam bu sırada yıllarca tartışılan “türban” konusu tekrar tazelendi. Televizyon ekranlarındaki kadrolu elemanlar konuyu olabildiğince köpürtüyorlar. Bu yazıyı kaleme alırken epey düşündüm. Ülkenin bu yürek yakan ortamı içinde “kuyuya bir taş da ben mi atacağım” diye duraksadım. Sonunda bir hukukçu ve parlamentoda uzun yıllar bulunmuş politikacı kimliğimle duyduğum sorumluluk gereği düşüncelerimi yazmaya karar verdim. Dilimiz ve hukukumuzda eski deyimle “içtinap” kavramı vardır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde içtinap, “sakınma, çekinme, kaçınma” olarak tanımlanmaktadır. Hukukumuzda da bazı durumlarda “içtinap etme” yer almaktadır. Çok ender olarak içtinap suçu da vardır. Hukuk fakültelerinde hocalarımızın bu konuda verdikleri örnek ilgi çekicidir. Yüzme şampiyonu bir sporcu gözü önünde intihar amacıyla kendini denize atan kişiyi kurtarmazsa içtinap suçu işlemiş olur!

Bu uzun girişi, önce “izlerin birbirine karıştığı” bu anlamsız ve sadece “ne kadar oy getirir ne kadar götürür” hesabıyla yapılan tartışmaların içine girme amacında olmadığımı vurgulamak için yapıyorum. Tamamen sağduyu ile ve kendime karşı saygım gereği, kısaca “içtinap suçu” işlememek için kaleme alıyorum. Gelelim konunun özüne…

Türk Dil Kurumu sözlüğünde üniforma kelimesinin karşılığı şöyle: “1-Aynı işi yapanların giydikleri, tüzükle belirtilmiş, birörnek giysi. 2-Silahlı kuvvetlerin örnek giysisi.” Hangi sisteme dayanırsa dayansın devletlerin işleyişini sağlayan kamu hizmetindeki görevlilerin üniforma içinde olmaları bir zorunluluktur. Özel yaşamdaki kılık kıyafet özgürlüğü bu alanda geçerli değildir. Bu durum bugünlerde dillere pelesenk olan devletin bekası (kalıcılık, ölmezlik) için zorunludur. Örnek vereyim:

İngiltere’de yargıçlar duruşmaya girmeden önce siyah cübbe ve beyaz peruk takmak mecburiyetindedirler. Türkiye Cumhuriyeti Adliyesinde de savcıların, yargıçların ve avukatların duruşma giysileri kurallarla belirlenmiştir. Örneği bu cüppelerin rengi siyahtır ve önlerinde düğme yoktur! Neden? Kimseden emir almayacakları, alamayacakları için!

Aynı durum tüm dünya ordularında ve gözbebeğimiz askerlerimiz için de geçerlidir. Karacıların, havacıların, denizcilerin yazlık, kışlık kıyafetleri, topçuların, piyadelerin, tankçıların, jandarmaların renklerine varıncaya dek titizlikle düzenlenen giysileri ordunun disiplini için geçerli ve gereklidir. Bu alanda da kıyafet özgürlüğü söz konusu olamaz. Aksi halde emir komuta zinciri kırılır ve disiplinden eser kalmaz!

Yargıda, idarede ve ordudaki bu üniforma zorunluluğu kamu düzeni için olmazsa olmaz bir koşuldur. Nasıl nikâh töreninde, nikâh kıyan memurun cübbesi varsa, iki tanık zorunlu ise ve kişinin rızasını belirten “Evet” sözcüğü ağzından çıkmadan ve imzası alınmadan evlilik geçerli olmazsa, bu tür kurallar (ki buna “şeklî şart” diyoruz) yargı, ordu ve tüm kamu alanı için geçerlidir.

Kamu alanı ve özellikle yargı için bunları bir yana atıp “kıyafet özgürlüğü” getirirsek ortaya çıkacak durumun adı sadece kargaşadır! Bir an için düşünelim… Kadın yargıç duruşmaya çarşafı hatta burkası ile geldi! Veya bir zamanlar ortalıkta gezen aczimendilerden bir hâkimin uzun entarisi ve elinde asası ile kürsüye oturduğunu düşünün… Ne olur? Önce hayatın gerçeği sahnelenir. Bu yargıçların önündeki tanıklar, sanıklar, alacaklılar borçlular feleklerini şaşırırlar, ne diyeceklerini bilemezler! Daha da önemlisi adalet duygusu kaybolur gider. Onun için bu alanlardaki üniforma zorunluğu lâiklik ilkesi gereğidir. Cübbe ve ayrıntılı kıyafet, adaletin herkese eşit dağıtılacağı anlamında bir görüntü ve garantidir. Aksi halde cumhuriyet kazanımlarının başta gelen kurumu adliyenin yerine şeriat mahkemeleri, yargıçların yerini de kadılar alır. Bir aşama sonra da Medenî Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar, Ticaret ve Usul kanunların yerine “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye” geçer!

Elbette kamunun dışındaki alanda kıyafet özgürlüğü geçerli ve olmalıdır. Ama biz ifrat (ölçüyü aşma, aşırı davranma) ve tefrit (gereğinden aşağı kalma, ifratın karşılığı) ülkesiyiz. Bir zamanlar çocuklarını askere uğurlamak için gelen sakallı babalar ve başörtülü anneler Orduevlerine sokulmuyordu, şimdi başörtülü yüzbaşılarımız var!

Yazımı bitirmeden bir noktaya daha değinmek istiyorum. Üniversiteli kızlarımıza eğitim özgürlüğü için mücadele edenler, “Pekiyi bunlar yarın hâkim, savcı olunca da türban takacaklar mı?” sorusuna, “Hayır efendim” diye yanıt veriyorlardı. “Biz sadece eğitim alanı için uğraşıyoruz. Türban kamu alanında geçerli olmaz elbette” diyorlardı. Bu söyleme iktidar ve muhalefet partisi sözcüleri ve liderleri dahildi. Aksini söyleyen o günün gazetelerini tarasın ve bana bir tek ters örnek göstersin! Sözlerimi geri almaya ve özür dilemeye hazırım. Siyasal yaşantımızda Arapça sözcükle sık rastlanan bir takiyye (gizli tutma, saklama) ile daha karşı karşıyayız.  

Tek çare Cumhuriyetimizi kuranların yolundan ayrılmamaktır. İsteyenler bu yolu terk edebilirler. Bu bizi ister istemez karamsarlığa yöneltiyor. Ama hemen Atatürk’ün herkese ışık tutan sözlerini anımsamalıyız:

“Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim.”



Sayfa Adresi: http://www.egedesonsoz.com/yazar/hayret/15479