Terörsüz ve hukuksuz Türkiye

Abone Ol

Son on aydır, Türkiye, farklı bir siyasal iklime girmiş bulunuyor. Bunun bir ayağı, Suriye’de meydana gelen gelişmeler ve bunun Türkiye’ye potansiyel etkileri ile doğrudan bağlantılı. Diğer ayağı ise saray rejiminin devamlılığı ile ilgili.

Çünkü otoriter liderler, seçimle gitmeyi içine sindiremezler. Bu açıdan İnönü ile Erdoğan’ı kıyaslamak anlamlı olabilir. Hem çok partililiği benimseme hem de parti içinde lider değiştirme olanakları açısından.

ABD ve İsrail’in baş aktör olduğu Ortadoğu’daki yeniden yapılanma projelerine bağlı olarak, Türkiye’ye yapılan baskılar, iktidarı Öcalan ve PKK ile aynı masaya oturmaya mecbur bıraktı. Ancak bunu kamuoyuna pozitif mesajlar ile sunmak gerekiyordu, dolayısıyla bu görüşmelerin adı, “Terörsüz Türkiye” kondu.

Hatırlarsanız daha önceki çözüm sürecinde de “analar ağmasın” vurgusu ön plandaydı.

Kimilerinin “keleş kebap” töreni adını verdiği, 30 PKK’lının silah yakma töreni, çok sembolik bir işti. Nitekim bölgedeki Kürt temsilciler, toptan silah bırakma diye bir şeyin söz konusu olmayacağını defalarca dile getirdiler.

Peki, ne olacaktı, Türkiye’den beklenen neydi? ABD Büyükelçisine göre, Osmanlı milletler sistemine dönüş çözüm olabilirdi. Yani ulus devlet ve merkezi örgütlenmeden vaz geçip, Ademi merkezi bir yapı kurulmalıydı.

Bu yeni bir rejim demekti. Ve Erdoğan ile çevresindekiler, bu yeni rejimin hilafet fırsatı çıkarabileceğini düşündüler. Onun için millet değil, Ümmet kavramı daha sık dillendirilmeye başlandı.

Erdoğan, Türk, Kürt ve Araplar olarak sınırladı, ümmetin alanını. Bahçeli ise bir cemaatler topluluğuna atfen, Cumhurbaşkanı yardımcılarından birinin Kürt ve diğerinin Alevi olabileceğini dile getirdi.

Böylece biz kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelerde yeni rejim ve devlet modeline ilişkin tartışılan konulardan haberdar olabiliyorduk.

Ortadoğu’daki gelişmeleri ve bugünkü iktidarın yapısını dikkate aldığımızda, çok ciddi yeni bir evrede olduğumuzu söyleyebiliriz. Nitekim iş uzayınca, Salim Müslim, “ademi merkeziyetçiliğe geçilmezse, bağımsızlık talep etmek zorunda kalacağız” deyiverdi.

Böyle bir aşamada, arzulanan rejim değişikliği için, muhalefet önemli bir engel olarak görünmektedir. Hem Saray iktidarının devamlılığı hem de rejimin başka bir evreye geçişi için, iktidar adayı olan CHP’nin etkisizleştirilmesi ve parti içi kavgalara sürüklenmesi gerekiyordu. İktidarın böyle bir senaryodan hareket ettiği anlaşılıyor.

Belediye başkanları ve yöneticilerini görevden almak, İstanbul İl kongresi ve kurultayı iptal etme girişimleri, hukuki olmaktan oldukça uzak hamlelerdir.

Ben şahsen belediyelerin çoğunda usulsüzlükler/yolsuzluklar olduğu kanaatindeyim. Ama parti ayrımı olmaksızın. Ancak bunların kanaatten çıkıp, hukuki dayanaklara bürünmesi gerekir söz konusu tutuklamaların haklı olması için.

Öte yandan kongre ve kurultaylarda ve hatta seçimlerde de rüşvet mekanizmasının işlediğine de inanırım. Ama bu son kongre ve kurultaya ilişkin bir durum değildir. Uzunca bir süredir böyledir.

Rüşvet alan ve veren tespit edilirse, o kişiler bu suçtan dolayı cezalandırılır. Kongre ve kurultay iptali için ise, bu kongre ve kurultayları denetleyen seçim kuruluna, sınırlı bir süre içinde yapılan itirazların haklılığının tespiti gerekiyor.

Çok sayıda hukukçunun da sıklıkla ifade ettiği gibi, yargı denetiminde gerçekleşen kongre ve kurultayın üzerinden bir, bir buçuk yıl geçtikten sonra açılan davalar, şeklen yasaya aykırıdır.

Ama zaten Saray rejiminin derdi de ne hukuk ne de yasaların şekli. İstanbul il kongresini iptal eden mahkemenin, CHP İl yönetimine atadığı Gürsel Tekin tercihi de, niyeti çok açık ortaya koyuyor.

Gürsel Tekin, siyaset aracılığıyla zenginleşenler listesinde bazı AKP’li siyasetçilerin gerisine düşse de, sağlam bir yere sahiptir. Kılıçdaroğlu yönetiminde bir süre ikinci adam görevini üstlenmiştir.

İki hafta sonu CHP Genel Başkanlığına da Kemal Kılıçdaroğlu’nun atanması, bu saatten sonra sürpriz olmayacaktır.

Peki, neden bu isimler? Kurultay öncesinde Kılıçdaroğlu, bu görevdeydi de ondan demeyin sakın, o zaman Gürsel Tekin’in görevlendirilmesi, gerekçesiz kalır. Burada atama kriteri, mevcut CHP yönetimi ve İmamoğlu ile anlaşamayan ve onların partideki etkisinden rahatsız olan kişileri göreve getirmektir. Ki, onlar da zaten aylardır, bu operasyonları kınamak yerine, yandaş kanallarda programlara katılarak, CHP yönetimini eleştirmekte, iktidar sözcülerinden taktir görmektedirler.

İktidarın oyununu bozmak yerine, ondan sonuç alınmasına yardımcı olacağı bilinen kişilerin seçilmesinin nedeni çok açık değil mi? Yeni bir kongre sürecine girmiş olan CHP’de Özel ve İmamoğlu’nun güven tazelemesini engellemek ve parti içi kavgayı körüklemek.

Bu oyun, birçok şeyi göze almayı gerektiriyor. Ve Erdoğan, bu konuda herhangi bir sınır ya da ölçü tanımıyor. Ancak o zaman da, biz de yolumuza AKP, MHP ve DEM ile devam ederiz modeli ile yürümek mümkün olacak mı?

Öcalan’ın odaklandığı konular bakımından CHP’ye yapılanların bir önemi olduğunu sanmıyorum ama DEM seçmeninin ve yönetiminin tamamı için bunu söylemek çok kolay olmaz.

CHP, kurulduğundan beri, kendi içinde kavga etme geleneği olan bir partidir. Bunu bilen Erdoğan, bu yumuşak karına yumruk atmaya devam edecektir. Parti içinden görev vereceği adam bulma sorunu yok zaten.

Önemli olan, CHP örgütleri ve dayanışma içinde olacağı diğer muhalefet güçleri ile bir direniş öyküsünü örgütlemektir.