Siz bu satırları okurken…
(04 Mart Salı / Saat: 11.00)
Türkiye’nin en (*)müstesna sanatçılarından birini...
Sonsuzluğa...
Uğurluyor olacağız...
74 yaşındaydı...
Bu toprakların gelmiş / geçmiş “en yanık sesli” yıldızı söndü...
***
Hiç unutmuyorum...
Taaaa, İzmir Fuarı’ndaki yıllarından beri...
Hayat felsefesi hiç ama hiç değişmedi...
Dün ne dediyse...
Son nefesini verdiği güne kadar...
Sözlerinin hep arkasında durdu...
Altı yıl önceki şu dile getirdikleri...
O’nun sanat dünyasındaki “su damlası” kadar...
Cana can katan...
Nadir dokunuşlarından biridir:
“Bizlere müsvedde diyorlar; evde bilanço yaptım...
50 küsur yıllık sanat yaşamımdan...
10-12 cumhurbaşkanı, 8-10 başbakan gelmiş geçmiş...
Sanatçı müsveddeleri ise eğilmeyen...
Doğruların peşinde koşan insanlar...
Ben bunu bir onur olarak kabul ediyorum...
Ben sola, sağa, liberale, muhafazakâra şarkı söylemedim...
Ayrım yapmadan 85 milyona şarkı söyledim...”
***
Bu sözler...
O’nun meslek hayatının birkaç satırlık yasasıydı...
***
Henüz dokuz aylıkken çocuk felcine yakalandı…
Hiç içinden geldiği gibi koşamadı…
Sokakta oynayamadı…
Müziğe tutkusu o yıllarda başladı…
Sesi de öyle güzel öyle yanıktı ki…
Haftalığından biriktirdiği parayla konserlere gidiyor…
Eve döndüğünde…
Aynanın karşısında şarkıcıları taklit ediyordu…
Belki inanmayacaksınız ama…
Küçücüktü…
Arkadaşlarıyla orkestra kurdu…
Evlerinin bitişiğindeki düğün salonunda alkışlandılar…
Çok amatördüler ama…
Aynı zamanda…
Çok da yetenekliydiler…
Lise yılları gelip çattığında…
Yeni bir orkestra kurdu…
Artık profesyonellik süreci gelip, çatmıştı…
Pir Sultan ve Karacoğlan deyişleriyle…
Beste yapmaya başladılar…
Türkiye değişim içindeydi o yıllarda…
Yeni orkestrası…
“Siyah Örümcekler” ile birlikte ilk plağını patlattı:
“Kendim Ettim Kendim Buldum...”
O sırada, lise ikinci sınıftaydı, arkadaşları da öyle…
***
Önü açılmıştı…
Gaziantep'teki baba ocağına veda etti…
Adana'yı ikinci memleket yaptı…
Artık sahne hayatı başlıyordu…
Şarkı söylediği “Beyaz Saray” adeta yıkılıyordu…
***
Tahmin ettiğiniz gibi...
Liseyi bitirdi, “Ver elini İstanbul” dedi…
Gönlünden doktorluk geçiyordu hep…
Çocuk felci nedeniyle aksayan bacağını iyileştirmeyi düşlüyordu…
Üniversite sınavında diş hekimliğini kazandı ama…
Ah o müzik aşkı yok mu?
Yüksek eğitimi bıraktı, kendini müziğin kollarına attı…
Yarım asır önce…
“Altın Mikrofon Yarışması”na katıldı…
İlk bestesi “Kükredi Çimenler” ile birinci oldu…
Artık…
Anadolu pop müziğinin önde gelen isimlerinden biri olmuştu…
Birbirinden güzel besteler arka arkaya geldi…
“Kara Kuzu”… “Deniz Üstü Köpürür”… “Garip”…
O'nu bi'anda ünlü yaptı…
“Yetmez...” dedi ve...
“Aldırma Gönül” ve “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” ile…
Satış rekorlarını parçaladı…
***
O sıralarda “Anadolu Rock” diye, bir yakıştırma yoktu…
Alkışlar, O'nu ve arkadaşlarını adeta bulutların üstüne taşıyordu…
Ancak…
Türk filmlerinde olduğu gibi...
Güzel günlerin de bi'sonu vardı…
1980'li yıllar…
O'nun ve yolundan giden sanatçıların…
Sıkıntılarla boğuştuğu sürecin adıydı…
Tam yedi sene (1981-88 arası…)
Bestelerinin TRT'de çalınması yasaklandı…
Onca sıkıntıya karşın…
Çizgisinden bir milimetre sapmadı…
“Türküler Yanmaz” albümünü…
Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenlere ithaf etti…
***
Türkiye'nin sancılı dönemlerinde…
Üzüldü, kahroldu ama dik durdu…
Hiç bükülmedi…
O günleri bir röportajda şöyle anlattı:
'Her kışın bir baharı vardı bizler için…
İnsanın, inandığı davada ayakta durması gerekir…
Teslimiyeti hiçbir zaman sevmedim...
Çünkü ben sanatçıyım, yaşadığım toplumun sesiyim...
Bir yerlere gelebilmek için bedel ödemek kaçınılmazdır…
Çocuğuma süt alamadığım günleri dün gibi hatırlarım…
O günleri yaşamasaydık, bu denli olgunlaşamazdık belki de…”
***
Neredeyse...
Yarım asırdan uzun bir sürede ürettiği tüm şarkılarda…
Şu dört sözcüğü “manşet” yaptı; onlardan vazgeçmedi:
“Sevgi… Barış… Dostluk... Kardeşlik…”
***
Hep “toplumcu müzik” yapmak istedi…
Rotasını hiç değiştirmedi…
Sergilediği kaliteli müzikte…
Geniş halk kitlelerinin yaşamı, sorunları olmasına dikkat etti…
İnançlarından, düşüncelerinden, politikasından taviz vermedi…
***
Türkiye'nin en huzursuz yıllarında…
Ayten Hanım’a aşık oldu; evlendi…
Kızı Türkü ve oğlu Ozan ile öyle mutluydular ki…
***
Bu kısa öykünün kahramanı…
Edip Akbayram'dır…
Şarkılarıyla…
Besteleriyle…
Ve…
Beyefendi kimliğiyle…
İki nesil büyütmüş…
Türkiye'nin yüz akı sanatçılarından biriydi…
Alkışlarla yaşadı...
Unutmadan, çok önemli bi’ayrıntıyı hatırlatalım...
Türk Medyası'nda…
“55 yıldır...”
Olumsuz tek kelimenin bile hedefi olmamış benzersiz bir yıldızdı…
Toplumcu müzik yapmanın tadını çıkaran…
Ender seslerden biri olarak…
Gururla yaşadı...
Her konserinde ayakta alkışlandı...
Zaten O'nu “ayakta tutan” da bu özelliğiydi…
***
Şu ayrıntı az bilinir; çünkü anlatmazdı...
Edip Akbayram, dünyanın her kıtasında konser verdi…
Görmediği..
Sahne tozunu yutmadığı “dünya başkenti” kalmadı…
Buna karşın şu sözlerini...
Yıllardır kütüphanemde saklıyorum...
“Bizler için memleketimizdir baki kalan...
Bu ülkeyi sever gibi görünüp ihanet edenler o kadar çok ki...
En çok da, kardeşçe yaşadığımız günleri özlüyorum...”
Nokta…
(*)müstesna: “benzeri az bulunan...”
Hamiş: Edip Akbayram’ın iki şarkısı, nesillere akacak kadar muhteşemdir ve ikisi de cezaevinde kaleme alınmıştır... Biri meçhul bir cinayete kurban giden bu toprakların büyük yazarı Sabahattin Ali’nin “Aldırma Gönül Aldırma...” diye başlayan şiiridir... Diğeri de Nazım Hikmet’in, “Güzel günler göreceğiz çocuklar” adlı manzum eseridir...
Sonsöz: “Darbeler, tutuklanmalar, gözaltılar, yıllar süren çalışma yasakları… 70 yaşımı çoktan geride bıraktım... Neler gördüm ama hep aynı kaldım… / Edip Akbayram / Sanatçı…”