Ege’nin bereketli topraklarını yüzyıllardır besleyen Küçük Menderes Nehri, yalnızca bir su kaynağı değil; tarımın, kültürün ve toplumsal yaşamın taşıyıcısı… Ancak bugün, bu kadim nehir, insan eliyle yaratılmış krizlerin kurbanı haline gelmiş durumda. Kuraklık, iklim değişikliği, sanayi atıkları, tarımda kullanılan yoğun kimyasallar ve plansız yapılaşma, nehrin yaşam damarlarını birer birer kesiyor. Bir zamanlar doğaya ve insana bereket sunan Küçük Menderes, artık sessiz bir çığlıkla bizden yardım istiyor.
Unutmayalım antik çağın Metropolü Ephesus’un da yaşam kaynağı idi Küçük Menderes. Antik çağın en görkemli kentlerinden Efes, Küçük Menderes Nehri’nin (Kaystros) bereketli kıyılarında doğdu ve onun sularıyla bir dünya metropolüne dönüştü. Nehir, Efes’in limanını gemilerle buluşturarak ticareti canlandırdı, verimli deltasında tarımı besledi ve tapınaklarıyla ünlü bu kenti bir kültür merkezi haline getirdi. Artemis Tapınağı’ndan Celsus Kütüphanesi’ne, Efes’in her taşında Küçük Menderes’in izi vardı; zira bu nehir, kentin yaşam kaynağıydı. Ancak Küçük Menderes, aynı zamanda Efes’in kaderini şekillendiren bir ironiye sahipti. Yüzyıllar boyunca taşıdığı alüvyonlar, limanı yavaş yavaş doldurdu ve denize erişimi engelledi. Ticaret yollarının kaybolmasıyla Efes, bir zamanlar onu yücelten nehrin gölgesinde sessizce soldu. Bugün, nehrin deltasındaki kalıntılar, bu büyük medeniyetin hem yükselişini hem de çöküşünü fısıldıyor. Unutmayalım, Küçük Menderes sadece bir akarsu değil, Efes’in hikâyesini yazan bir kalemdi.
Küçük Menderes’in son çığlığına kulak veren girişimlerden biri de Selçuk Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen “Suyun Hafızası / Memory of Water” sergisidir. Sergi, bir sanat etkinliği olmanın çok ötesine geçerek ekolojik ve siyasi bir çağrıya dönüşüyor. Çünkü mesele yalnızca suyun estetik temsili değil, yaşamı yeniden düşünme zorunluluğudur.
Küratör Alice Sharp ve sanatçılar –Aşkın Ercan, Can Luca Etterlin, Gökçe Süvari, Güneşin Oya Aydemir, Melisa Geçalp, Pınar Boztepe, Sarp Keskinler, ShezadDawood ve Sinan Kılıç.eserlerinde suyun belleğini, kaybolan ekosistemleri ve geleceğin kırılganlığını görünür kılıyor. Bu üretimler, yalnızca sanatsal bir ifade değil; aynı zamanda yerel halkın gündelik deneyimlerinin, kaygılarının ve taleplerinin birer yansımasıdır.
Serginin merkezinde yankılanan şu soru, aslında tüm tartışmayı özetliyor:“Acil çözümlere ihtiyaç duyulan bu kriz döneminde nehirlerimizi ve kıyılarımızı korumak adına ne tür çözümler bulabiliriz ve pratikler geliştirebiliriz? Yoksulluktan ve türlü çeşit belirsizlikten muzdarip, üstelik karar alma süreçlerinden dışlanmış toplulukları, kolektif ekolojik iyileştirmeler için yaratıcı fikirler geliştirmeye nasıl yönlendirebiliriz?”
Bu soru yalnızca sanata değil, siyasete de yöneltilmiştir. Çünkü ekolojik kriz, her şeyden önce bir politika meselesidir. Nehirlerin korunması, yalnızca çevrecilerin ya da sanatçıların omuzlarına bırakılamaz; bu, tarım politikalarından sanayi denetimine, su yönetiminden kent planlamasına kadar devletin ve yerel yönetimlerin sorumluluk alanına girer. Ancak karar alma süreçlerinde en çok etkilenen kesimler –çiftçiler, köylüler, işçiler– genellikle dışarıda bırakılır. Bu dışlanmışlık, adaletsizliği derinleştirirken, ekolojik sorunları da çözümsüz bırakır.
İşte tam da bu yüzden “Suyun Hafızası” yalnızca bir sergi değil, kamusal bir tartışma zeminidir. Nehirleri bir “kaynak” olarak gören dar ekonomik bakış açısına karşı, suyu kültürel ve toplumsal hafızanın taşıyıcısı olarak yeniden tanımlar. Çünkü su, yalnızca içilecek, sulama yapılacak, sanayide kullanılacak bir madde değildir; o, kuşakların belleğini, hikâyelerini ve kültürel sürekliliğini taşır.
Küçük Menderes’in kirlenmesi, kuruması ya da yok olması, yalnızca doğanın değil, kolektif hafızamızın kaybıdır. Bu nedenle meseleye “ekolojik adalet” perspektifinden bakmak zorundayız. Yoksulluğun, işsizliğin ve belirsizliğin en ağır şekilde hissedildiği bölgelerde, suya erişim hakkı da bir sınıf meselesine dönüşüyor. Dolayısıyla suyun hafızası, aslında toplumsal adaletin de hafızasıdır.
25 Kasım 2025’e kadar Bayetav Sanat’ta açık olacak sergi, bu tartışmayı sanat üzerinden görünür kılmayı amaçlıyor.
Ancak asıl soru şudur: Sergiden çıktığımızda bu sorumluluğu ne kadar sahiplenebileceğiz? Küçük Menderes’i ve benzeri tüm yaşam damarlarımızı kurtarmak için hangi adımları atacağız?
Bugün verdiğimiz yanıtlar, yarının tarihini yazacaktır. Çünkü suyun hafızası vardır; o, geçmişi de geleceği de taşır. Peki bizler, kendi hafızamızı nehirlerin kaybını görmezden gelecek kadar kısa vadeli çıkarlarla mı sınırlayacağız, yoksa nehirle birlikte yaşamayı yeniden öğrenebilecek miyiz?
Cevap, yalnızca doğaya değil, siyasete ve topluma da bağlıdır.
Sanatçıları Tanıyalım
Melisa Geçalp, gündelik kirliliği doğrudan deneyimleyerek topladığı su ve çamurla, suyun belleğinde biriken atıkları görünür kılıyor. Çalışmaları, ekolojik adalet ve geleceğin sürdürülebilirliği üzerine güçlü bir farkındalık yaratıyor.
Aşkın Ercan, nehrin artık hatırlanmak korkusunu taşırken, suyun belleğini bir kolektif haritaya dönüştürüyor. Taşınabilir harita, suyun izini sürmek isteyen herkese geçmişi ve bugünü birlikte okuma imkânı tanıyor.
Gökçe Süvarinehrin denizle buluştuğu ekotonu eşik-mekan olarak ele alıyor. Virginia Woolf’unDalgalar’ından alıntılarla kesişen çizim ve metinleri, sabitlikle akışkanlığın, yaşamsallıkla kaybın çakıştığı bu kırılgan alanı görünür kılıyor.
Güneşin Oya Aydemir, İdil Acim ve Ali Aşkın Elibol, “Çulluğa Ağıt” adlı işleriyle, nesli tükenmiş kuşların sessizliğini Küçük Menderes’in belleğiyle buluşturuyor. Ses ve doğa arasında kurulan bu bağ, yok oluşun hafızada bıraktığı boşluğu işaret ediyor.
Pınar Boztepe Mutlu, “Kör Alan” serisiyle, suyun arşivsel dosyalarını açıyor. Görünmez kılınan suyun izlerini yeniden görünür hale getirerek, kolektif bir bellek oluşturuyor.
Can Luca Etterlin, suyun akışını merkeze aldığı “DriftingWood” performansında, nehrin hareketiyle insan bedenini ilişkilendiriyor. Bu yaklaşım, suyun sürekliliğini ve kırılganlığını eş zamanlı olarak hissettiriyor.
Sarp Keskiner, balıkların göç yollarını ve balıkçılık belleğini “O Balıklar Yok Oldu” adlı işiyle ele alıyor. Balık türlerinin kayboluşunu ve bunun topluluklar üzerindeki etkisini işleyen sanatçı, suyun sessiz tanıklığını gün yüzüne çıkarıyor.
Sinan Kılıç, belgesel formundaki işiyle “Bir Bellek Alanını Beklemek” adını verdiği serisinde, suyun yitip gidişini görsel bir hafıza mekânına dönüştürüyor. Kılıç, görsel arşiv üzerinden suyun kayboluşuna tanıklık etme imkânı sağlıyor.
ShezadDawood, küresel bir bakış açısıyla suyun belleğini kurguluyor. Sanatçının paralel çalışmaları, iklim krizine karşı toplumsal direnç ve kolektif hareket olanaklarını hatırlatıyor. Dawood’un işleri, yerelden evrensele uzanan bir su hafızası tahayyül ediyor.
Tüm sanatçıları kutluyorum…