RÖPORTAJLAR
13 Ocak 2016 Çarşamba

Kırmızı Pazartesi’ye doğru gidiyoruz…

Diyarbakır’a giden 106 kişilik barış grubunun arasında yer alan 4 İzmirli izlenimlerini anlattı…

Kırmızı Pazartesi’ye doğru gidiyoruz…

2015’in son günlerinde, 30 Aralık’ta kamuoyunun yakından tanıdığı 106 kişilik bir barış grubu Diyarbakır’daydı. Aralarında sanatçıların, siyasetçilerin, akademisyenlerin, gazetecilerin ve aktivistlerin bulunduğu örgütlerden bağımsız kişilerden oluşan bu grup, Diyarbakır’da barış ve yeniden müzakere çağrısı yaptı, Meclis’in çözümden yana aktif tavır almasını talep etti. Diyarbakır Valiliği, Diyarbakır Belediyesi ve Barosu’nun da ziyaret edildiği gün, Sümerpark’taki resepsiyon salonunda bir araya gelen Barış Grubu adına ‘Hoş geldin ve hoş bulduk’ konuşmaları yapıldı. Hoş geldin konuşmasını, sokak ortasında ‘barış’ çağrısı yaparken katledilen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçinin eşi Türkan Elçi, ‘hoş bulduk’ konuşmasını da gazetesi Agos önünde katledilen Hrant Dink’in eşi Rakel Dink yaptı.

Barış adına yapılan bu ziyaretler, hem haber olarak medyada, hem de barış grubu içindeki gazetecilerin köşelerinde yer alsa da… Bir kısmı izlenimlerini sosyal medya yoluyla veya röportajlarla paylaşsa da… İzmirli bir gazeteci olarak, 106 kişilik barış grubunun içinde bulunan İzmirlilerin de izlenimlerini merak ettim. Her ne kadar bugünlerde ‘barış’tan söz etmek, barış talep etmek adeta suç sayılsa da, bu korkunç günleri aşmanın ‘daha çok barış’ istemekten başka bir yolu olmadığı inancıyla… Barış grubunda yer alan İzmirlilerle buluştum. Mazeretleri nedeniyle hepsi katılamasa da katılanlarla, izlenimlerini konuştuk genç meslektaşım Fırat Başaran’la…

Uzun bir söyleşiyle, 106 kişilik barış grubunun arasında yer alan sosyal psikolog Prof. Dr. Melek Göregenli, Haluk Tekeli, avukat Ali Arif Cangı ve psikolog Mevlüt Ülgen’in izlenimleri, duyguları ve düşünceleriyle baş başa bırakıyorum sizi…

GÖNÜL SOYOĞUL: İzmir’den Diyarbakır’a giden barış grubu arasında 11 kişi vardı değil mi?

Melek Göregenli: Evet, ben, Haluk Tekeli, Mevlüt Ülgen, Arif Ali Cangı, Derya Koptekin, Duygu Öz, İdris Lütfü Melek, Ümit Otan, Türkcan Baykal, Sengül Çavuşoğu, Seyhun Dalgıç ve farklı mesleklerden farklı şehirlerden 106 kişi vardı. Bu sürecin barışla tamamlanmasını ve bir an önce silahların susmasını ve müzakereye başlanmasını talep etmek ortaklığı vardı. Siyasi olarak farklı alanlarda duranlar vardır grupta ama herkes barış istiyordu. Ortak nokta barıştı…

- Bu organizasyon kendiliğinden mi oluştu?

Göregenli:  106 kişilik grubun adı “barış isteyenler” . Uzun zamandır Kürt sorunu konusunda barışçıl çözümden yana olan insanlar zaman zaman farklı isimlerle zaten bir araya geliyorlardı. Öyle çok kısa bir sürede e mail üzerinden haberleşildi. Çok örgütlü ve sistematik bir şey değildi doğrusu. Hepimizde uzun süredir gitme düşüncesi vardı zaten. Hep beraber çok planlı olmayan bir şekilde gittik işte…

- Programı anlatır mısınız biraz, neler yapıldı orada?

Haluk Tekeli..İlk olarak bütün illerden gelenlerle birlikte otelde toplandık. O otelden hep beraber yürüyerek Sümerpark diye bir yer var Diyarbakır’da, orada belediyeye ait bir salonda biz sivil toplum örgütü temsilcileri, muhtarlar ve orada yaşayan insanlar, yaşananların  doğrudan tanıkları vardı. Türkan Elçi ve Rakel Dink birer konuşma yaptılar, tanıklar konuştu. İlk böyle başladı. Arkasından Sümerpark’tan Diyarbakır Dağkapı meydanına kadar bir yürüyüş gerçekleştirdik. 3-4 km bir mesafe. Bu yürüyüşe halktan da katılım oldu. Yolda insanlar araç kornalarıyla eşlik ettiler. Dağkapı’da bir basın açıklaması yapıldı kamuoyuna dönük. Belediye başkanlığı, Valilik ve Diyarbakır Barosu’nu ziyaret vardı programda. Bir grup arkadaş Valiyi ziyaret etti. Bir grup arkadaş baroya gitti.

Göregenli: Belediye meclis salonunda toplantı oldu. Eşbaşkanlar bize hitap ettiler. Barış grubunun sözcüsü olarak Oya Baydar da bir konuşma yaptı. Belediye toplantısı hepimizin katıldığı bir toplantıydı.

- Diyarbakır’a ilk kez gitmediniz sanıyorum. Bu gidişinizde nasıl bir farklılık gördünüz ya da farklılık var mıydı?

Göregenli: Pek çok açıdan farklılık vardı. Ben Diyarbakır’a 1999’dan itibaren birkaç kez gittim. 2004 yılında büyük bir araştırma yaptım. Şiddet ve işkenceye yönelik sıradan insanlarla geçmiş tecrübelerini konuştum ama sadece devlet eliyle gerçekleşen şiddet değil günlük hayattaki şiddetti. Bu araştırmamı İzmir ayağında yapmıştım karşılaştırmalı olarak Diyarbakır Barosu ve İzmir Barosu’yla. O zaman oldukça uzun kaldım. 2011’de Avrupa Birliği’ne yönelik tutumlar konusunda bir çalışma yapıyorduk. O zaman da uzun bir süre geçirdim. En son da 2014’te aslında bu çatışma süreci başlamadan tekrar göç araştırması için gittim. O zaman da kaldım. Bu çalışmaların hepsinde ben ve araştırmacı arkadaşlarım sokaktaki insanlarla konuşuyoruz. Ben Diyarbakır’da sokaktaki insanla daha önce de konuşmuştum ve nasıl hissettiklerini biliyorum diye düşünüyorum. Ama gördüğüm en önemli fark bence çok çarpıcı ve üzücü: Barış içinde bir çözüme; hem Kürtlerin hem Türklerin mutlu olabileceği bir çözüme olan inançlarını kaybetmişler gibi geldi. Ben daha önce de buna yönelik sorular sormuştum, barışa çok büyük ölçüde inanıyorlardı. Hükümetin barış süreci dediği süreçte bu inanç daha da pekişmişti. Ciddi bir umutları vardı ‘bu işler düzelecek’ diye. Biliyorsunuz işler de açılmıştı, bölgede hareketlilik olmuştu. Sosyal psikolog olarak da biliyorum ki böyle süreçlerde insanların beklentileri de yükselir. Gayet iyimserdiler ve inançlıydılar barışa. Bu sefer gördüğüm, bu kadar keskin bir dönüş, büyük bir hayal kırıklığı yaratmış durumda. 90’lar falan gibi değil, çok daha başka bir şey. O yüzden benim gördüğüm,  devletin barış içinde bir çözüm bulacağına dair inançlarını kaybetmiş olmalarıydı. Ama bu umutsuzluk demek değil. Mesela ben burada olduğumdan, orada kendimi daha umutlu ve daha iyi hissettim. Çünkü bir yandan böyle hissediyorlar benim kanaatim ama bir yandan da aslında artık öyle bir noktada olduklarını düşünüyorlar ki, bunun bir geri dönüşü yok. Kürtler artık eskisi gibi yaşamayacaklar. Bu cümleyi herhalde artık herkes kurar Diyarbakır’da. Herkes derken şunu kastediyorum. Kürt siyasal hareketine yakın olanlar da daha sosyal demokrat olanlar da daha liberal olanlar da. Bu kırılma noktasının herkes farkında.

- Eskisi gibi yaşamayacaklar derken, eskiyi nasıl tarif ediyorsunuz?

Göregenli: Bu topraklarda Türklerle eşit statüde olacakları bir hayat talep ediyorlar. Ve bu hayat talebinden de geriye dönüş olacağını düşünmüyorum. İnsanların bazıları için bu savaşarak olacak ama bazıları için de savaşarak ya da savaşmayarak ne olursa olacak ama geriye dönüş olmayacak. Bir şekilde müzakereler başlayacak. Bu talepler tartışılacak. Hepsinin gelecek projeksiyonu içinde davrandığını düşünmüyorum. Bir kısmı geleceği görüyor ama… ben ortak şeyleri söylüyorum. Yoksa hiçbir toplum homojen değil. Ortaklaştıkları şey şu: artık daha iyi bir hayat istiyorlar ve bunu bir şekilde kuracaklarına inanıyorlar. Bu inanç bütün o zorluklara, Batı’da olduğundan daha büyük metanetle yaklaşmalarına yol açıyor. Ahmet Kaya’nın bir şarkısı vardır ya, ‘bir yanımız yaprak döker bir yanımız bahar bahçe’ bence aynen öyle. Çünkü büyük bir metanetle yaklaşıyorlar.  Bize burada yalan gibi gelen şeyler orada gerçek.

- Mesela?

Göregenli: : Mesela güvenlik güçlerinin insanlara zarar verme konusunda hiç bir ayrım gözetmediğini söylüyorlar, buna neredeyse herkes tanık.  Ölenlerin yakınları, cenazelerini alma konusunda kendilerine özellikle zorluk çıkarıldığını, mesela valiyle, savcıyla konuşulduğunda ‘ben senin güvenliğini sağlayamam. İstersen gir ya da git barikattakilerle konuş, onları ikna et, al cenazeni’ dediklerini aktarıyorlar. Günlerce orada cenazeler kalıyor, kuruyor. Sayılar konusunda asla gerçek bilgilere ulaştığımızı düşünmüyorum. Oradaki kimse de düşünmüyor. Ben Diyarbakır’a çok defa gittim. Asker her zaman olur. Polis olur ama mesela asker ve polis de şehirde bu kadar rahatsız değildi eskiden. Bence onlar da çok rahatsızlar ve kendilerini yabancı hissediyorlar. Bu sefer güvenlik güçleriyle ilgili ‘çok görünmezler, anonimler’ deniliyor. Sur’da çok yoğun ama şehrin her yerinde dolaşıyorlar. Biz yürürken, araçların bir tanesinin kapısı açıldı, sivil birisi ‘nereye gidiyorsunuz toplu toplu’ dedi alaycı bir şekilde. Yanımızda yaşı büyük insanlar vardı. Bir şeyler söyledi ona, kapattı gitti kapıyı. Vali’den aynı tavır, savcıdan aynı tavır. Böyle yaklaşıldığında,  karşılarında total bir devlet cephesi algılıyorlar. Kendilerine karşı görünmez, anonim bir cephe. Güvenlik güçlerinin anonimliği çok tehlikeli. Müthiş bir korku salıyor: ‘Bu arabalardan insanlar iniyor ve öldürüyorlar, gidiyorlar’; bunun gerçek olup olmamasının bir önemi kalmıyor artık.  Güvenlik güçleri yaptıkları eylemler nedeniyle ayırt edilemedikleri gibi aynı zamanda da müthiş bir "iki taraf " algısına yol açıyorlar. O zaman da ‘bir tarafta devlet ve güvenlik güçleri var, bir tarafta da biz Kürtler’ algısına yol açıyor. Bu, politik bir saflaşmadan başka bir şey. Bunu esnafla konuşurken de görüyorsunuz. Birkaç esnaf, bir yürürken çıktı kapıya ve doğrudan "Bizi öldürüyorlar, bir çare artık.." dedi. Bu algı, benim kanaatim insanları bir araya getiren bir tablo. Devletin güvenlik güçlerini anonimleştirmesinin korku salmak ve pasifize etmek için özellikle yapıldığını düşünüyorum ama acaba bu tür bir sonucu öngörüyorlar mı bilemem. Ama halkın gördüğü, algıladığı şey ‘bizi yok etmeye çalışan bir güç var karşımızda’.  Böyle algıladığınız zaman siz de kendinizi topyekun olarak bir gruba ait hissedersiniz.

Arif Cangı:  Ben kendi adıma sürece ilişkin ‘bir şey yapmalı, duygusal kopuş yaşıyoruz’ kıvranması içerisindeyken gittim. Bir hukuk insanı olarak söylüyorum; yaşananların hukukla hiçbir alakası yok.  Gerekçesi ne olursa olsun sokağa çıkma yasaklarının hukuki yanı yok. Sokağa çıkma yasağı bir olağanüstü halde, bir de sıkıyönetim yasasında var. Bu yasa da Bakanlar Kurulu’ndan çıktıktan sonra Meclis’e gelir. Meclis süreyi kısaltabilir, kaldırabilir. Meclis’in denetiminde olan bir sistemdir olağanüstü hal ve sıkıyönetim. Ve ona göre bir hukuku vardır. Ama şu anda hukuk yok zaten. Meclis’in gündemine gelmediği için ‘korsan olağanüstü hal’ diye tanımlanıyor.. Valilerin verdikleri kararlar da kendilerinin verdiği kararlar değil.  Oradaki avukat arkadaşların tanımlaması bu. Önlerine karar metni geliyor, imzalamak durumunda kalıyorlar. Kaymakamların, valilerin böyle bir inisiyatifi yok. O bölgede görev yapan jandarma kolluk güçlerinin yetkileri yok. Onlar sadece bir adli vaka olursa işlerini yapıyorlar. Operasyon yapan jandarma da polis de orada daimi görev yapan polisin, jandarmanın alakası yok. Onlar sadece kendilerine verilen bilgiyle yetinmek durumunda kalıyorlar. Böyle bir özel harekat söz konusu. Bu benim açımdan da olağandışı ve korkulması gereken bir şey.

- Siz orada kimlerle konuştunuz, nasıl bir kent buldunuz?

Cangı: Ben Diyarbakır’a zaman zaman giderim. Diyarbakır’ı bu kadar sessiz, içine kapanık, mutsuz ve keyifsiz görmedim. İçin için kaynayan bir sessizlik. Sur’un içinde ne olduğu belli değil. Sur’un öte tarafında başka bir hayat olduğu belli. Sur’un içinde ne olduğu bilinmiyor. Sur’un dışında da aslında hayat devam ediyor ama için için kaynayan bir hal var. Biz yürüyüş yaparken bir anda kalabalık oldu mesela. Biz 150 kişiydik bir anda 2-3 binlik olduk. Bize ‘siz varsınız diye yürüyüşe izin veriyorlar’ dediler. Biz orada torpilliydik.

Göregenli:: Biz gelmeden önce yürüyeceğimiz caddenin bir kısmı kapalıymış. Biz geldiğimiz gün açmışlar.

Cangı: Avukat arkadaşlarla konuştuktan sonra ‘artık eskisi gibi olmayacak’ duygusu hakim. Özerk yapı mı olacak ayrı bir yapı mı olacak noktasında kafaları karışık. Yaşananlara metanetliler. Cenazesini 9 gündür alamayan insan, geleceğe dair bir şeyler söylüyor.  Avukat arkadaşlar, ‘bu iş çatışmayla bitmez, yapılacak tek şey müzakere masasının oluşturması. Bunun için de öncelikle ablukanın kaldırılması gerekiyor’ diyorlar. Bende kalan izlenim, öncelikle kanunsuz olan sokağa çıkma yasağının kaldırılması gerekiyor. Ondan sonra siyasetin devreye girmesi gerekiyor. Siyaset halen devrede değil. Siyaset kurumu saf dışı bırakılmış durumda. Sizin hendeğin arkasındakiyle konuşacak bir şeyiniz olmaz. Onun sözünü dinletebileceği bir aktörün olması lazım. Ya İmralı’ya gideceksiniz orayla görüşeceksiniz ya da bir siyasi aktörle muhatap olmanız gerekiyor. Çözüme yönelik en büyük sorun Ankara’da.  Sur’dan kaçmış bir anne ‘4 gün ben çocuklarıma yiyecek veremedim. Bayram şekeriyle beslemek zorunda kaldım. Dayanamadım. Kaçtım geldim. Akrabalarımda kalıyorum’ dedi. Çocuğunun kolundaki yanık izlerini göstererek, okuduğu okulda çatışma sonrası dökülen asitli sıvıdan oluştuğunu gösteriyor. Bir baba 9 gündür oğlunun cenazesini alamadığını söylüyor, ‘Batı niye susuyor. Böyle kardeşlik mi olur’ diyor. Bu aynı zamanda halen bir arada yaşamanın umududur. Bence bu değerli bir şey, ‘böyle kardeşlik mi olur’ diyorsa, bu değerli bir şeydir.

Mevlüt Ülgen: Ben 98’de çatışmalı dönemde gitmiştim Diyarbakır’a. Asla bu kadar sessiz değildi. Şehrin yarısına giremiyorsun. Bağlantı kopuk. Sürekli asker, polis, zırhlı araçlarla tutulmuş. Kent koparılmış. Toros diyorlardı, şimdi zırhlı araçlar var. Range Roverlardan bol bol var. Ama grup halinde polis görmüyorsunuz. Hep araçlardalar. Saat 6 gibi barodan çıktıktan sonra, şehrin merkezindeydik. Çatışma olmayan bölgede hayat yoktu. Polisler vardı. Sokaktaki hayat durmuş. Biz yürürken, esnaf çıktı ‘bizi öldürüyorlar, bir çare bulun, niye ses çıkarmıyorsunuz’ diye bağırdı. Halk sadece asker ve polisten söz etmiyor. Esadullah timlerinden söz ediyorlar.  Bu katliamlarda onların rol aldığını söylüyorlar. 

Göregenli: Çeçen olduklarını söyleyenler var. Bir sürü söylenti var.

Ülgen: Bizim heyet Vali ile görüşürken, kendisi ‘Ben görüştüm. Cenazeyi alabilirsiniz ama oradaki özel harekatla görüşün’ diyor ama buna rağmen güvenlik güçleri ‘vali kim?’ anlamına gelen sözlerle sokmuyorlar. Bize aktarılana göre ‘alabilirsiz’ derken de ‘biz sizi korumuyoruz’ demek istiyorlar. İnsanlar Batı’dan ses çıkmasını, kardeşlik olmasını istiyor, ortak yaşam için mücadele ettiklerini söylüyorlar. ‘Devlet bizi topyekun yok etmeye gelmiş’ algısı var. Silahlı örgüt ile devlet arasında çatışmadan çıkmış olay. ‘Resmi veya resmi olmayan, devlet adına silahlı güçler bizi düşman görüyorlar’ algısı var.  ‘Ya devletin yanında olursun ya da karşı tarafta olursun’ tarzında bir kamplaşmaya itildiklerini söylüyorlar. Bizim yaptığımız görüşmelerde de politik aktörler barış konusunda, birlikte yaşam konusunda daha iyimser ama halkta ortak yaşam kuramayacağız noktasında, bir duygusal kopuş var. Özellikle Türkiye’den ses gelmemesi konusunda ciddi bir hayal kırıklığı var,   bu da herhalde giderek artacak

- Duygusal kopuşu güçlendiren şey, hukuk dışı davranışların yanı sıra bu taraftan bir el uzatılmaması mı?

Cangı: Bizim de orada gördüklerimiz var, değerlendirmelerimiz var. Ama gördüklerimizden daha çok umut ettiklerimizle kamuoyuna yansımak istiyoruz. Ortada durmaktan daha çok barış konusunda, masaya çekmek konusunda çalışıyoruz. Gözlemlerimizi söylediğimiz zaman…

Tekeli: Ben Diyarbakır’a 2000’li yılların başında gittim. Bu seferki gidişim çok farklı. Kendiniz bir film platosunda hissedebilirsiniz. Bir taksidesiniz, şoför size ‘siz geleceksiniz diye iki caddede abluka kaldırıldı’ diyor. Ondan sonra siz Arif’in dediği gibi içine kapanmış ama içine girdiğiniz her noktada her saniyesinde bir dinamizm ve karşı çıkışın olduğu bir şehre giriyorsunuz. Sur içinde 9 mahalle olduğu söylendi. 6 mahalleye giriş çıkış yok. Burada toplam 25 bin insan yaşıyor normal zamanda. Şu anda orada yaşayan insan sayısı 2-3 bin. Bu insanlar nereye gitti? Sokağa çıkma yasağı kesilince akrabaların yanına gidiyor. Orada 100-150 bin insan, bunun sonuçlarından etkileniyor. Siz evinizde bir misafiri ne kadar barındırabilirsiniz? Sokağa çıkma yasağı 300 gündür var. 15 gün sizi yanıltmasın. 1 gün kaldırıyorlar. Tekrar saymaya başlıyorlar. Eğer mesele sadece bir bölgedeki 150-200 gencin orada onaylanmayan davranışı olsaydı, bu böyle yaşanmazdı. Şimdi biz hayatın değişik dönemlerinde bu ülkede çok şey yaşadık. 12 Eylül’den önce yaşadık, 12 Eylül’den sonra yaşadık, 90’ları gördük. Bu kadar yekpare bir devlet yapısı görmedim. Burada hükümet politikasını aşan bir irade var. Bütün devlet organları bir yerden uygulanan politikayı orada hayata geçiriyorlar. Abluka deyin kuşatma deyin, ne derseniz burada başka bir şey var. 90’lar devlet ile ona isyan eden silahlı örgütün kavgasıydı. Şimdi 150 bin kişiden söz ediyoruz. Seferihisar kadar, Urla kadar yer demek. Bu kadar insan yerinden olmuş. Bir yere siz kapandınız. Orada ne yaparsınız? Dışarıdaysanız sizi ararlar, siz de ‘ben iyiyim’ diye ararsınız. Şimdi evden çıkamıyorsunuz. Telefonların kontörleri bitiyor, elektrikler kesiliyor.

Göregenli: Hukuk lüks bir kavram olarak kalıyor. Anlat diyorsunuz ya anlatılır gibi değil. Bu röportajı okuyanlara şunu diyorum, bu meseleyi merak ediyorlarsa gidip bir görsünler. Bize haberlerde anlatıldığı gibi değil hiç bir şey.

Tekeli: Bir baba oğlunu anlatıyor. Hikayenin kendisi bir dram, babanın anlatışı bambaşka bir dram.  Bir robot gibi anlatıyor. Söz konusu olan oğlu. Bu bizi de ilgilendiriyor. Oğlu 9 Eylül’de kimya öğrencisiymiş. 6 ayda burada (İzmir’de) 3 kez gözaltına alınmış.  Sonra oraya dönmüş, çatışmalara katılmış, ölmüş. Babası ‘9 gündür cenazesini alamıyorum’ diyor. Hepimiz anne babayız. Konuştuğumuz konu çocuk, genç... Bu ülke bir yön arıyor yıllardır. Şimdi burada benim adıma birilerini öldürüyorlar. Ben İzmir’de yaşayan bir yurttaş olarak bu yetkiyi kimseye vermiyorum. ‘Benim adıma öldürme’ diyorum. Devlet dediğiniz şey bütün yurttaşları eşit olarak temsil etmekle yükümlü bir kurum. Dolayısıyla bu kurum hareket ederken bütün yurttaşlar adına hareket etmesi gereken bir kurum. Eğer burada bir başka irade kendini ortaya koyuyorsa ‘beni temsil etmiyor’ diyorum.  Oradaki insanlar ‘Bu nasıl kardeşlik’ derken yanıp yıkılmıyorlar. Diyorlar ki, ‘Bu uygulamaya maruz kalıyoruz’ Türkiye’de temsili demokrasi bitmiş. Temsili demokraside siz taleplerinizi sözcüleriniz aracılığıyla Meclis’e taşırsınız ve orada yapılan müzakereler sonucunda dönersiniz toplumu yönetmeye talip olursunuz. Müzakereyi yapacak partinin kapatılması ve yöneticilerinin tutuklanması konuşuluyor. Parlamentonun çalışmadığı yerde kim işliyor? İki defa oy kullandık. Konuşulmamış bir konuda çok sert bir tutum alınıyor.

Birinci olarak bu tutum geri çekilmeli. İkincisi, eğer biz Batı’da yaşayanlar orada olanları bir film platosundaki senaryo gibi seyredersek, bilelim ki bunun sonuçlarından hiçbirimiz azade değiliz.  Bu ateş herkesi yakar. Biz acıları, sevinçleri ortaklaştırmazsak, hangi siyasi projeyle çıkarsak çıkalım insanları ikna etmek mümkün değil ki. Henüz daha 17 bin 500 faili meçhul ortadayken, onun sonuçlarını yaşayan insanların acıları henüz kabuk bağlamamışken; siz yeni acılar yaratırsanız hangi siyasi proje ile gireceksiniz o insanlara? Şimdi bakın bizim taşıdığımız ne kadar acı ne kadar melanet varken tam biz bunları çözecekken, Melek’in söylediği gibi insanlar buna ikna olmuşken 150 bin insan sadece Diyarbakır’da yer değiştiriyorsa, bunun Cizre’si var, Nusaybin’i var Silopi’si var. Bir bölge bu şekilde sürekli hareket halindeyse biz eski acıları nasıl kapatacağız? Yeni defteri nasıl açacağız? O zaman orada yaşayan bir kişinin orada genç bir kişinin bütün bunlar olup biterken mantıklı, soğukkanlı olmasını beklemek insaf ölçülerine sığmaz ki. Burada bir şans var. Gültan Kışanak ve Fırat Anlı bizimle konuşurken bir umut üzerinden konuşuyorlardı. Şimdi şundan kaygılılar. ‘Biz de durduramayacağız artık’ diyorlar. Kürt kimliğini siz eğer, Türkiye yolunu birlikte ararken bu coğrafyadaki bütün kimliklerle birlikte belirleyecekse bunların hepsi çözülür. Ama birileri bizim adımıza bir kesimi çözümün dışında bırakacaksa bunun açısını hep birlikte çekeriz.  Ben oraya birincisi kendi vicdanımı rahatlatmak için, ikincisi oradaki insanlar ‘siz geldiniz biz nefes aldık’ diyorlar. Bu bizden bağımsız bir şeydi. Sonuçta Diyarbakır Belediyesi ile İzmir belediyesi kardeş şehir. Diyarbakır’da insanlar özyönetim istiyor. Ben de İzmir’de özyönetim olsun istiyorum. Özyönetim dediğiniz şey bir toplumsal statü. Birisi başkanlık isterken sorun olmuyor da birisi yerel yönetimlerin yetkisinin artırılması demek olan modeli öneriyor diye ihanetle suçlanır mı?

- Savaşın olduğu dönemde konuşma imkanı, bir fikri tartışma imkanı ortadan kalkıyor maalesef.

Göregenli: Savaş olmak zorunda mıydı, asıl mesele o. Başka bir yolu yok muydu?

Tekeli: Bu ülke zaten bölünmüş. Eğer yapılacaksa bundan sonra birlikte nasıl yürüyeceğimizi konuşmak durumundayız. Siz İzmir’de kar maskesi takmış, tanklar ve TOMA’lar eşliğinde yürümüyorsunuz ki. Bölünmüş olduğumuz kabul edelim ve nasıl birleşeceğimizi konuşmaya çalışıyoruz. 90 günlükken ölen bebeğin, günlerce çocuğunun yanında yatan kadının hissiyatını ‘bu bölecek’ diye düşünüyorsanız zaten, bizim toplumsal vicdan ve insanlık değerlerimizi tekrar düşünmek ve gözden geçirmemiz gerekiyor. Biz yeni bir yön bulacaksak bu yön bu coğrafyada ve evrensel olarak üretilmiş vicdandan daha geride bir şey olamaz. Batı’daki insanlar bunu görmezden gelerek yaşayamaz.

- Gezi’de böyle olmuştu. İlk günler kimse bir şey anlamadı. Çünkü medya vermiyordu. Daha sonra birkaç kanalda, bir şeyler görülmeye başlandı. Bu meselede böyle bir şey yok. Batı duymuyor derken, çok kısıtlı haber kaynağının olduğu göz ardı ediliyor...

Göregenli: : Gezi’de birçok kanaldan haber alma şansına sahipti insanlar. Burada TRT, AA ve güvenlik güçlerinin çektiği görüntüler dışında basından haber alma yok. Böyle bir durumla karşı karşıyayız.  Lise öğrencisi genç kız ‘benim suçum ne, okula gidemiyorum, sınava gireceğim’ diyor. Buna cevap bulmak zorundayız. Oradaki kızın çığlığına cevap vermek durumundayız. Türkiye’de yaşayan herkesin ortak sorunu bu.

Tekeli: Burada elmalarla armutları karıştırmamak lazım. Gezi bir sosyal hareketti. Sosyal hareketlerin işleyişi ve mecrası farklıdır, siyasi hareketlerin farklıdır. Kürt hareketi ne istediğini madde madde açıkladı. 14 maddenin içeriğini bir kenara bırakın, bir cümle var ki ‘biz bunları tartışmaya ve eleştiriye açığız. Bunun Meclis tarafından da onaylanmasını talep ediyoruz’ diyor. Kürt hareketi bunu ilk kez açıkladı. Kürtler 14 maddeyle nasıl yaşamak istediklerini açıkladı. Buranın yapması gereken şey buna ‘ihanet’ demeden, siyasi arenada tartışılmasını sağlamak. Bu statünün ne olacağını ben onlar adına vaaz edemem ki. Batı’daki yurttaşlar ‘oradaki insanlar ne istiyor’ diyorsa, 14 maddeye bakacak. Bu 14 madde bu ülkeyi bölmez. Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı orada var zaten. Eğer biz Avrupa Birliği üyesi olsaydık onların istedikleri olmuş olacaktı zaten.  Burada yön problemi var. Birileri bu yönü nereye çevirmeyi düşünüyorsa, bizim kendi yönümüzü ifade etmemiz lazım. Yasal bir güvenceye kavuşmadan bu sorun çözülmez. Diyorsunuz ki ‘gel dağdan in, şehirde siyaset yap ama partini kapatırım.’ Bir karar versin bu ülke.

Göregenli: Batı’daki insanlar diye homojen bir grup da yok. Homojen, sınıfsız, ortak vicdana sahip bir grup vardır zannediyoruz. Böyle bir şey yok. Türkiye’de Kürtlere yapılan devlet muamelesindeki duyarsızlığın bilgi eksikliğinden kaynaklandığını hiç düşünmüyorum. İsteyen her konuda bilgiye ulaşır, sosyal medyada her şey var, elimizden düşmüyor telefonlar.  Gezi’de kendimizi parçalayıp, şifreleri kırıp, Twitter kapatıldığında birtakım yollar bulup ulaştık. Gezi Türkiye açısından bir dönüm noktası ve bunu ileride çok daha iyi anlayacağız. Pek çok şeyi değiştirdi ama her şeyi değil. Gezi sonuç olarak orta, orta-üst sınıf bir hareketti. Bu sınıfların Türkiye’de zaten Kürt sorununa hiçbir zaman yeterli duyarlılıkları olmadı. Ben "Gezi ruhu" diye bir şeye inanmıyorum, bir sosyal psikolog olarak grupların davranışları olduğuna inanırım, ruhları olduğuna inanmam. Böyle bir ruh olsaydı zaten bu zamanlarda da ortaya çıkardı. Eylemin seyrine bakarsınız, Gezi de homojen bir grup davranışı olarak değerlendirilemez. Gezi’deki hareketin kendiliğinden Kürt sorununa duyarlı olduğu gibi bir şey yok, Gezi içindeki bazı grupların duyarlılığından söz edebiliriz . Türkiye solunun da Kürt sorununa,  Kürtlere dair düşünceleri üzerine çok şey konuşulabilir. Türkiye’de bütün politik kesimlerde Kürtlerin taleplerine yönelik politik duyarlılık düşüktür. Adil bir bakış açısı yoktur. Gezi, bu halimiz üzerine bir düşünme imkanı olabilirdi ama olamadı. Vicdan denen şey, doğuştan getirdiğimiz, kendiliğinden bir haslet değil; insan, kendi politik iradesinin farkında olduğunda ve buna insani bir anlam yüklediğinde bir başkasının acısına ses çıkarıyor. Batı’yı bir an için homojen kabul edelim. Bizim gibi faşizan uygulamaların olağan hale geldiği bir ülkede oldukça fazla ses çıkıyor. Her şehirde bir şey oluyor ama şiddetle bastırılıyor. Sosyal psikoloji bilgisi bize şunu söyler: İnsanlar kendi düşünceleri doğrultusunda dünyayı değiştirmek için bir kolektif eyleme katılmak söz konusu olduğu zaman, bu eylemin sonuçları bir işe yarayacaksa ve hayatta bir şeyleri değiştirecekse ve bu değişim kendilerinin eyleme katılmaları sonucu görecekleri zarardan daha büyük bir şeyse kolektif eyleme katılıyor. Gezi’yi dalga dalga incelersek görüyoruz bunları. Sokağa çıkmak polis şiddetiyle karşılaşmayı getiriyor. Kürtler için adalet talep eden insanlar eskiden beri aynı insanlar, aynı siyasi hareketler. Sosyal medyada politika yapmak o kadar yerleşti ki sanal olarak politik irade gösterdiğimiz düşüncesine kapılıyoruz. Yüzleri maskeli adamların hayatınızın ortasında olduğunu düşünün. Hatırlayın Gezi’de polislerin kask numaralarının kapalı olmasını olay yapmıştık. Ben o adamları gördüğümde ödüm kopuyordu. Diyelim ki çekti vurdu, polis olduğu bile belli değil. Biz tuşlara basmakla adaleti sağlayabileceğimiz gibi bir kolektif eylem simülasyonu içindeyiz. Kürtler farkında. ‘Bu nasıl kardeşlik’ demelerini anlıyorum... Bir Türk olarak orada hiçbir olumsuz muamele ile karşılaşmadım ama şunu belirtmeliyim hiç olmadığı kadar "turist" gibi hissettim kendimi, yabancı bir misafir gibi.  Önceleri Kürtlerin zihninde Türkler diye bir kategori yoktu. Bunu çok net söyleyebilirim.  Bundan 3 sene öncesine kadar bile böyle bir şey yoktu. Batı’da çok uzun bir süredir Kürtler diye bir kategori varsa ve genellikle bu kategori  şiddet ile birleştiriliyorsa; onlarda da Türkler diye bir kategori oluşmuş. ‘Türkler bizi umursamıyor.’ Devletle halkı bir tutmuyorlar ama ruhsal bölünme denilen şey, yalnızlık duygusu... Bu taraftan gelen duyguyu homojen olarak algılıyorlar. İktidarın ve orta üst sınıfların Kürtler algısı ve kategorisi Türkler olarak karşıtını doğal olarak doğurdu. Eğer bu hendeklerin arkasındaki 3 tane ergen çocuğun eylemi olsaydı bu iş bu kadar zaman sürmezdi. Zaten bunu gittiğinizde görüyorsunuz. Evet devlet de bunun 3 ergenin işi olmadığının farkında ve devletin ne yaptığı konusunda benim kafam çok karıştı. Bütün Kürtleri kendisine düşman ederek ne amaçlıyor? Ben oraya giderken devleti topyekun bir cephe olarak görmeyi beklemiyordum. Ben hala bunun politik izahını yapamıyorum. Davutoğlu dün ‘o çocukları çıkaracağız üniversiteye göndereceğiz’ dedi. O kadar absürd bir laf ki. Ölü çocukları mı üniversiteye sokacaksın? Bir yandan kökünü kazıyacağız diyorsun bir yandan  üniversiteye göndereceğini söylüyorsun. Ben üniversitede ders veriyorum.  Her etnik kökenden öğrencim var. Orada ölen çocuk 9 Eylül öğrencisi. Bu çocuk kazanmış, gelmiş. Aileler çocuklarını okutmak için büyük bir çaba harcıyorlar. Ve burada aynı devlet güçlerinin Kürt öğrencilere davranışı tamamen farklı. O çocuklar 9 Eylül’de dergi satmaktan, uyduruk şeylerden defalarca gözaltına alınmış. Kötü muamele görmüş ve hendeğe gitmiş. Bu çocuk cahil değil. Üniversite okuyor. Babası ‘ne yaptınız da bu çocuğu orada barındıramadınız?’ dedi. O kadar önemli bir cümle ki bu. Bir öğrencimin babası aradı geçenlerde, ‘ne olur hocam bu çocukları tutun orada’ dedi. Batı’daki Kürt çocukları o kadar derin bir acı içindeler ki. Çünkü o baba şunu biliyor: çocuk oraya girecek ve hendeğe girecek. Biz orada teröristlere mücadele ediyoruz deniliyor. O çocuk, düne kadar 9 Eylül Üniversitesi öğrencisiydi, bravo hepimize, O'nu yaşatmayı beceremedik. Dünyanın neresine giderseniz gidin kendisi için adalet isteyen bir grubun bunu normatif yollar içinde istemesinin önünü keserseniz yani partisini kapatırsanız, illegal bir biçimde şiddet uygularsanız her yerde normatif olmayan yollara saparlar. ‘Sen Türkle eşitsin diyeceksin’ ve o insanlarda böyle bir beklenti oluşturmaya başlayacaksın ama sonra tek tek terörist ilan edeceksin. Ve sonra ‘gelin Meclis’te anlatın’ diyeceksin.

- AK Parti’ye inanan çok sayıda Kürt var. 1 Kasım’da AKP’ye oy veren Kürtlerin sayısı hiç de az değil sonuçlara baktığınızda. Sosyal psikolog olarak bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Göregenli: : Şu anda bölgede bir seçim yapılsa ve AKP’ye daha çok oy çıksa, şaşırmam . Şiddet, belirsizlik her zaman muhafazakarlığa yol açar. 1 Kasım'da da böyle oldu, nerede istikrar şimdi? Bana ‘öyle bir noktaya geldik ki bir grup insan gelse ‘Finlandiya’dan geldik ve sizi biz yöneteceğiz’ dese ‘tamam diyeceğim’ diyen biri oldu. Nereye kadar ölürsünüz? Sur’la bitmiyor iş. Orta sınıf bir aile kahvaltı ederken bomba sesleri geliyor; çocuk ‘ne oluyor’ diyor. Bunu nasıl anlatırsınız? Oradaki insanlar da ‘bir mahalle ötede bir savaş var. Ben bomba seslerinde çocuğumu arabama bindirip okula bırakmak, işime gitmek zorunda kalıyorum’ diyor. 90’larda yapılanlar bu hendektekileri yarattı diyorlar, ya bugün yaşananlar şu anda çocuk olanların 20 yıl sonrasını nasıl belirliyor? ‘Bu, Haluk’un dediği gibi ‘orada bir yer var. Orada bir şeyler oluyor’ demek gibi basit bir iş değil. AKP'ye kim ne kadar oy veriyor ya da HDP'nin oyu meselesi değil bu. Bu ülkenin yurttaşlarının bir bölümü, "Artık eskisi gibi yaşamayacağız" diyorsa, bu sesi duymak zorundasınız, bugün ya da yarın çünkü görünen o ki, bu ses susmayacak. Ergen, çocuk ya da terörist demekle bunu anlatamaz bu ülke. Bir an önce, konuşmayı deneyin, bir an önce.

Cangı: Orada genç bir gazeteci arkadaş ‘biz polis namlusunda görev yapıyoruz’ dedi. İsim bile verdi. ‘Şu gazetenin şu muhabiri zırhlı araçta haber yaptı’ dedi. Orada gördüklerimizi aktarmak en önemli sorumluluğumuz. Lise öğrencisi ‘bombayla sarsılmadan okula gitmek istiyorum’ diyor. Çok masum bir istek. Bu insanlara ‘sen eşitsin’ dersen bunu nasıl inandırırsın? Kışanak ’12 Eylül’ü yaşadık. Ben kendimi bu kadar kötü hissetmemiştim’ dedi. Bu çığlığa kulak vermek lazım. Silvan’da belediyenin tespit ettiği, sokağa çıkma yasağından sonra 800 tane ev oturulamaz hale gelmiş. En az 10 bin oturulamaz evde. 100 bin kişi evsiz demek bu. İnsanlar ‘benim evim yıkıldıktan sonra mı benim çocuğum öldükten sonra mı barış gelecek?’ diyor.  Bizlerin bunu hissetmesi gerekiyor. Yine de umudu bırakmamış, ‘o kadar çok olacağız ki barışın sesini o kadar yükselteceğiz ki silahları susturacağız’ dedi Kışanak. Fırat Anlı’nın ‘Bu gelişiniz ile ablukayı kırdınız. Bir dahaki gelişinizde tamamen kaldıracağız’ sözü beni çok etkiledi. Ardından, ‘Evlat acısı İstanbul’daki kadar yakıyor, acıtıyor’ dedi. Bundan daha sade anlatılabilir mi? Baroyu ziyaret etmiştik. Tahir Elçi’nin öldürülmesi, onun öncesinde gözaltına alınması göz önünde oldu. Baro şu anda kilitlenmiş vaziyette. Baro şu an Tahir Elçi’nin katilini bulmakla uğraşıyor. Bir ilin hukuk örgütünün başka şeyler yapması gerekir. Onlara zamanı kalmıyor, ‘hiçbir şey yapılmıyor’ diyorlar. Eşinin şikayetçi olduğu polislerin tanık olarak ifadesi alınıyor. Oysa yasaya göre birisinden  şikayetçi olunursa o şüpheli olarak geçer, şüpheli olarak ifadesi olarak alınır. Eğer suçu yoksa takipsizlik kararı verilir. Şüpheli yok şu anda soruşturmada. Avukat Özmen bir taraftan Mehmet Emin Aktar bir taraftan ‘bu cinayeti çözeceğiz, peşini bırakmayacağız’ diyorlar.  19 Aralık’ta Diyarbakır Barosu bütün baro başkanlarını davet etmiş görüşmek için. Pek çok baro katılmamış. İzmir Barosu da katılmamış. Bunun not edilmesi gerekiyor. Bir baro başkanı suikaste kurban gidiyor ve bunun İzmir Barosu’nu ilgilendirmemesi üzücü bir şey. İzmir Barosu’nu kınıyorum. Bu ülkenin hukukçularının Tahir’in katilini ortaya çıkarma yükümlülüğü var. Bunu çıkartmazsak eğer, bu cinayeti çözemezsek barış gelmez..

- Çözüm ne?

Arif Cangı: Siyaset etkisizleşmiş vaziyette. Hukuk da aynı şekilde. Sokağa çıkma yasaklarının hiçbir hukuki yanı yok. Anayasa Mahkemesi hep yandan yandan kararlar verdi. AİHM’de şu anda. AİHM bu sefer hükümetin savunmasını istedi. Oysa daha önce savunma almadan tedbir kararı veriyordu. Şimdi 8’ne kadar hükümet yanıt verecek. Şu anda Adli Tıp Kurumu Yönetmeliği’nde değişiklik yapıp cenazeler 3 gün içinde sahibi tarafından alınmazsa idari kurumlar taraflar defnedileceğine dair değişiklik yaptılar. Başbakan’ın ‘hendek arkasındaki gençleri üniversiteye göndereceğiz’ sözü AİHM’e verilecek cevabın hazırlığıdır. Böyle bir samimiyetsizlikle karşı karşıyayız. Hukuk da böyle etkisiz kalırsa geriye silahlar kalıyor. Eğer toplum vicdanı da suskun kalırsa silahlar konuşuyor. Bizi okuyacak insanlar itiraz ederse Haluk’un söylediği gibi, ‘ben bu devlete yurttaşı öldürme yetkisi vermedim, öldürmeyin, siyasi çözüm bulun’ derse bu çözülür.

- Geçmişte o bölgede heyetler olurdu. Avrupa ülkelerinden, basından, dünyadaki savaş karşıtı sivil toplum örgütlerinden kimse var mı?

Göregenli: Hayır. Eskisi gibi heyet yok. Tek tük gazeteciler var. Onlara da benzer baskılar yapılıyor. Avrupa sadece Kürtlere değil Türkiye’deki hukuk ihlallerine bir süredir duyarsız. Başka uluslararası hesaplar var muhtemelen.

Ülgen: Sağlık kuruluşlarının, okulların devlet güçleri tarafından karargah olarak kullanıldığını söylüyorlar.  Uluslararası hukukta, savaş hukukunda bile sağlık görevlilerin engellenmemesi gerekiyor. Sivil alanlarının korunması gerekiyor. Bölgedeki mültecilerle Türkiye Avrupa’yı rehin aldı. Bir pazarlık yapıyor. ‘Eğer şu anda bizim irademiz dışında farklı bir tavır gösterirseniz mülteci akınını serbest bırakırım’ deniliyor. Hergün tekneler batıyor Ege Denizi’nde. Türkiye açıyor, Avrupa’yı hem maddi anlamda hem de siyasi anlamda rehin almışlık durumu var. Siyasal akıl düzeyinde tartışmanın ortadan kalktığı bir süreç izliyoruz.  Barış yapacağız diyor. Barış nasıl olur? Barışta iki taraf vardır bunlar çatışıyordur. Bunlar arasında uzlaşma olur. Bu noktada ben toptan imha edeceğim derken barış demek insani boyutuyla da siyasi boyutuyla da tutarlı değil. Hükümet ‘çatışma sürerken barış olmaz’ dedi. Dünyada pek çok yerde çatışma yaşanırken görüşmeler başlıyor.  Türkiye bunu 6 ay önce konuştu. Mutabakat açıkladı hükümet ile HDP temsilcileri. Hem örgüt hem de HDP ‘biz görüşmeye hazırız’ diyor. Bir tarafın hala buradan kaçması, toplumda çatışma ve gerilim politikasını ortaya koyması bizim aklıselim olarak ülkenin geleceğinin tartışılmasını ortadan kaldırıyor. Batı’da yaşayanlar sanki buraya gelmeyecekmiş, bunlardan azadeymiş gibi yaşıyor. Suriye de böyleydi. Suriye’de de bu savaş olmadan her yerinde yangın yoktu. Bu konuda çok şey elimizden kayıyor ve bir an önce müzakere edilmesi noktasında biz baskı oluşturmak zorundayız. Yoksa 1 yıl sonra 2 yıl sonra Basmane’de gördüklerimizin durumuna düşeriz. Bölgedeki gözlemim, oradaki insanın barış demeleri ortak gelecek demeleri, o kızın dediği gibi eşit haklara sahip olmak istiyorum demesi gibi... Barış konusunda toplumun baskısı gerekiyor. Siyasal akıl, çatışmayı körükleme yönünde

Tekeli: Orada Batı basınından çok Ortadoğu basını vardı. Tek bir Batı yok. Batı Avrupa’da da devletlerin çıkarları var. Batı’daki insanların sürece ağırlık koyduklarını biz görmedik.  O bölgeyi Batı’dan en küçük bir insan hakları örgütü ziyaret etse, indiği andan itibaren her türlü ihlali rahatlıkla rapor edebilir. Eğer eşit yurttaş olarak yaşamak isteyen insanlar, bunun için yapılması gerekenleri yapmazsak Kırmızı Pazartesi’ye (*) doğru gidiyoruz. Dolayısıyla bunu yaşamak veya yaşamamak bizim elimizde. Umut var mı derseniz, ben var diyorum. Ben Fırat Anlı’ya şunu sormuştum ayrılırken, ‘Biz İzmir’den geldik. İzmir’de bizim gibi düşünen çok fazla insan var. Çatışmaların bitmesini ve yeniden müzakerelere dönülmesini talep ediyorlar. Bir mesajınız var mı?’ dedim. Mesajın kendisinden çok gözleri beni etkiledi. Gözlerinin içi güldü, ‘İzmir bizim kardeş şehrimiz. Çok selamlarımı iletin’ dedi. Bu gülümseme var olduğu sürece bir şeyler yapılabilir. Fırat Anlı ve Gültan Kışanak çok bilgece yaşıyorlar yaşadıklarını. Buna kulak vermek ve ne yapabiliyorsak onu yapmak lazım. Çözüm belli. Barış uzakta ama önce bir çatışmasızlık gerekiyor.

- Ne yapabilir ki bu konuda? Evdeki kadın, dairedeki çalışan ya da öğrenci... Onlar ne yapabilir? Ve asıl soru, öncelik onların mı siyasetin mi?

Tekeli: Barış İsteyenler’den bir grup arkadaş Ankara’da CHP Genel Başkanı, HDP Eşbaşkanları ve Başbakan ile görüştüler.  Bu izlenimleri Ankara’ya taşıdılar. Bu tanıklıkları muhataplarına ilettiler. İzmir’de yaşayanlar olarak bizler buradaki Kürt arkadaşlarımızla ilişkilerimizi daha sıcak tutmalıyız. Çatışmasızlık ortamına illa ki dönülecek. Ama yaraların sarılması bugünden yarına bir şey değil. Kardeşlikten çok eşitlik meselesinin öne çıkarılması gerektiğini düşünüyorum

Göregenli: : 7 Haziran’da başlayan süreçte, iktidarın kendi tahayyülündeki Türkiye’yi yaratma sürecinin kurbanı oluyor Kürtler. Türk olalım Laz olalım orta sınıftan olalım fakir olalım... Türkiye yeniden dizayn ediliyor.  Bu kurban edilme sürecine tanık olursak, bu süreç asla Kürtlerle ilgili bir süreç değil. Kürtler için adalet gerçekleştiğinde aslında hepimiz daha adil bir Türkiye’de yaşıyor olacağız.   Kürtler için bir şey yapmamız gereken bir şey değil bu. Kendimiz için yapmamız gerekiyor. Sadece Kürtler için dizayn edilmiyor bu ülke. Kürtlerin talepleri şiddetle bastırılıyor. Benim akademisyen olarak başka türlü bastırılacak. Kürtlerin kendilerini iyi hissetmediği bir Türkiye, hiç birimiz için iyi bir Türkiye olmayacak. Herkes kendisi için bir şey yapsın. Bu savaş bizim bahçemize de gelirse? İlla bombayla gelmeyebilir. Herkes kendi politik grubunda, bu parti olur, ticaret odası olur vs. herkes kendi bulunduğu yerde bu savaşın bir an önce bitmesi ve müzakere masasına oturulması için çaba göstermeli. CHP’nin çok önemli bir fonksiyonu olabileceğini düşünüyorum. Orada da söylendi. CHP neden bir meclis grup toplantısını orada yapmıyor? 5 tane milletvekili göndermekle olmuyor. Daha güçlü olunmalı. Çok iyi niyetli insanlar olduklarına inanıyorum.  Sıradan bir insan olarak ben öğrencilerimin barıştan yana tavır alması için elimden geleni yapıyorum. Kürt öğrencilerimin kendilerini yalnız hissetmemesi için çalışıyorum. Siyasal iktidarı barışa ikna etmek zorundayız. Eş şehrim benim Diyarbakır. Üzülüyorum. Onlar mutlu olmadan bizim mutlu olmamız mümkün değil. Bu coğrafyayı niye ateş çemberine döndürüyoruz? Özyönetim meselesini niye tartışmayalım? İzmir için de istiyorum. O kadar büyük manipülasyon yapılıyor ki halkın üzerinde. Beğen beğenme 14 madde yayınlandı. Bunu seyrediyorum hükümet kanallarında, ‘Kürtler ayrılmak istiyor’ diyorlar, hayır istemiyorlar, yalan bu düpedüz. O insanları ne yapmayı düşünüyorlar? Bu insanları nasıl avutmayı düşünüyorlar? Yalana biz inanıyoruz ama onlar inanmıyor. Onlar içinde yaşıyor.

Tekeli: İzmir Ticaret Odası Bayırbucak Türkmenlerine yönelik bir dayanışma organize etti ve bütün üyelerine mektup gönderdi. Güzel. İzmir’de bir sürü Kürt yurttaş var, üyesi var. İzmir Ticaret Odası Diyarbakır Ticaret Odası’nı ziyaret etsin. İzmir’deki belediyeler Diyarbakır’dan bir belediyeyi kardeş ilan etsin. İzmir için söylüyorum CHP’nin çok önemi var. CHP bu konuda adım atarsa daha etkili olur. Bu kentte sözü olanlar söylüyor. Aziz Kocaoğlu daha önce gitti Diyarbakır’a. 30 belediye başkanıyla şimdi gitsinler, oradaki valiye hak ihlallerini sorsunlar, halkla konuşsunlar. Diyalog kursunlar. İzmir’deki gazeteciler heyet oluşturup oradaki arkadaşlarının yanına gitsin, onlarla görüşsün. Burada yaşayan her meslek grubunun bir muadili de orada var. Burada demokrasi mücadelesini yükseltmek gerekiyor. Anti-demokratik faşizan uygulamalara karşı insanın kendisi için sesini çıkarması lazım. Kendi taleplerimizi dile getirelim. Demokrasiye ekmek kadar su kadar ihtiyacımız var.

Göregenli: Bu konuları devlet katından değil de başka açıdan gördüğün zaman seni hemen PKK’li, terörist diye damgalıyor. Bunu da kırmak zorundayız. Herkes konuşabilmeli ki kırılsın. Öyle zannedilmemek için belki de insanlar susuyor. Ben kendim için barış ve adalet talep ediyorum. Ben böyle yaşamak istemiyorum. Herkes aynı cümleyi kurmayabilir ama savaşın karşısında onlarca seçenek var. Ağzımızı açtığımızda terörist diye etiketlendirilmek, bizi etkisizleştirmeye yönelik bir strateji. Bunu kırmak zorundayız. Sadece barış istiyorum, çok basit, masaya dönün tekrar, herkes için geçerli bu çağrı.

- Zor durumda olanlar, mağdurlar için bir şey yaptığı zaman insanlar kendisini daha rahat hissetmez mi vicdanen?

Göregenli: Evet. Orada çok rahat hissettim. Onların değil sadece, bizim de ihtiyacımız var, oradaki insanlarla kardeş olduğumuzu hissetmeye (ama ikiz kardeşler.)  Gidilebilir ama gitmeden de bir şeyler yapılabilir. Ben ‘şu yapılmalı’ demek istemiyorum herkesin farklı koşulları var. Ben vatandaş olarak ne yol bulacağını söylemek zorunda değilim devlete. Ben örgütle konuşamam. Ben vergi vermiyorum örgüte. Ben devlete vergi veriyorum. Benim rahatımı devlet sağlamak zorunda.

Cangı: Bir devlet var, devlet hukuk dışına çıktığında itiraz edilmesi sorumluluğumuz var. Oraları gidip herkes görsün. Orada yaşananlar sadece  terörle mücadele olarak nitelendirilemez.  Buna karşı durmak gerekiyor. Osman Baydemir döneminde İzmir ile Diyarbakır  kardeş şehir ilan edilmişti. Sayın Baydemir ile Sayın Kocaoğlu'nun başlattığı ilişkinin barış sürecine ciddi katkısı olmuştu. Bu ilişki yeniden canlandırılabilir,  Sayın başkan Aziz Kocaoğlu Diyarbakır'a yeniden gidebilir, bu çok zor olmasa gerek.

- İzmir’de Ege’de bir sürü belediye, sivil toplum örgütü var. Barış çağrısını herkes yapabilir, çağrı herkesi kapsamalı, sadece Kocaoğlu’nu değil…

Cangı: Kocaoğlu da gitsin, diğer belediyeler de gitsin. Barış İçin Hukukçular İzmir merkezli bir grup. 1111 kişinin imzaladığı bir metin var. Hukuksuzlukları anlatıyor. İzmir Barosu Başkanı siyasal kaygılarını bir kenara bıraksın, gitsin ziyaret etsin. Ticaret Odası heyet göndersin. Her birimizin yapacağı bir şey var.

Ülgen: Hendekteki çocuklar daha 6 ay önce barış diye sokaklarda çığlık atıyordu. Şiddet onların doğasında değil. Bu onların doğasında değil. Şimdi böyle lanse ediliyor. O insanların hak talebi var. Bunu sanki ruhsal bir sorun gibi görme eğilimi sorunu doğru görmeyi engelliyor. Farklı siyasal görüşten insanlar hükümetin politikalarıyla aynı düşünmüyor. Bu konuda ciddi kaygı var. 1 Kasım’dan sonra baskı var. Çok olduğumuzun farkında değiliz. Biz yanımızdakinin farkında değiliz. Bu sadece Kürtlerin sorunu değil, demokrasi sorunu. Az olduğumuzu düşünmüyorum. Umudumuzu çoğaltmamız gereken daha fazla işlere ihtiyacımız var.

- Orada sadece siviller ölmüyor. Çatışma sürecinde ölen askerler, polisler de var. Ve ne kadar yoksul olduklarını da görüyoruz... Barış süreci sırasında bu çabalara kızanlar da vardı ama ‘hiç değilse cenaze gelmiyor’ diye de için için barışı destekliyorlardı.

Ülgen:  93’te benim kardeşim Şırnak’ta askerdi. Sürekli tedirgindik 18 ay. Toplumun büyük kesimi bunu yaşıyor.

Göregenli: : Bu sessizlik uzun süre devam etmez. O insanların da yakınları var, savaşla hiç bir şey çözülmüyor, savaş sadece ölüm, acı. Ben inanıyorum, bugün barış sürecine dönülse bu halkın çoğunluğu destekler.

(*) Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez'in 1981'de yayımlanan 1982’de Nobel Edebiyat Ödülünü alan yedinci romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir namus cinayetinin öyküsünü anlatır.

 
'Dev Ajans'ın minik kuşu!
 
Urla'nın tozunu üflüyoruz!
YORUMLAR
Toplam 1 yorum var, 1 adet görüntüleniyor. Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 
ByBaro 13 Ocak 2016 Çarşamba 22:13

Kuvvetler ayrılığı ilkesinden, “ yekpâre devlet yapısına “ geçilmişse; “bütün Kürtler devlete düşman edilmişse” ve de “ Her şer’de bir hayır varsa.. “ olur mu, olur.. “Mevsim değişir / Akdeniz olur” belki yurdumuzda.. Vicdanlı İzmirli elçilerimize teşekkür ederiz, ellerini taşın altından hiç çekmedikleri için..

Yorumu oyla      11      5  
FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
KATEGORİDEKİ DİĞER HABERLER
'Dev Ajans'ın minik kuşu!
Hanzade Ünuz, Fark Yaratanlar’da Dev Ajans’ın “Minik Kuş”u Erhan Gölbey ile konuştu…
Şifayı arılarda buldu!
Hanzade Ünuz, Fark Yaratanlar’da Prof. Dr. Rafet Gök ile arı ve arının ...
Sen değişirsen, dünya değişir
Hanzade Ünuz, Fark Yaratanlar’da kişisel gelişim uzmanı Leyla Bilen ile konuştu...
 
Kocaoğlu+Yıldırım=İzmir kazanır!
Hanzade Ünuz, “Duayenler Anlatıyor” adlı yazı dizisinde Samim Sivri’ye ...
İzmir’de 70 bin değil, 300-400 bin mülteci var!
Gönül Soyoğul sordu, Prof. Dr. Cem Terzi yanıtladı...
Güç baştan çıkarır!
Hanzade Ünuz, “Duayenler Anlatıyor” adlı yazı dizisinde Dr. Ali Nail Kubalı ...
 
Nasıl Uğur Yüce oldu?
Hanzade Ünuz, “Duayenler Anlatıyor” adlı yazı dizisinin ilk konuğu olan ...
Dünya 0 ve 1 değil... Arada sonsuzluk var…
Psikiyatri uzmanı Doç. Dr. Zeki Yüncü ile ‘galip’lerin ve ‘mağlup’ların dünyasını konuştuk…
İzmir inşaatın yıldızı olacak
Hanzade Ünuz Ege’de Sonsöz için sordu, Müteahhitler Federasyonu Başkanı Necip Nasır yanıtladı…
 
Mehmet KARABEL
Mehmet KARABEL
80’lik güzeller zamana nasıl ‘dur’ dediler?
Nedim ATİLLA
Nedim ATİLLA
En popüler üçüncü içecek
Engin ÖNEN
Engin ÖNEN
Saltanat ve yağma kurumu olarak belediyeler (2)
Tayfun MARO
Tayfun MARO
Bir Batı hikayesi
Muhittin AKBEL
Muhittin AKBEL
Analar ne yiğitler doğurmuş!
Çağdaş ÖZGÜN
Çağdaş ÖZGÜN
Fotoğraf: İnsanlığımızı yitirirken soytarıya mı dönüşüyoruz?
Kemal ARI
Kemal ARI
Atatürk'ü anlamak...
Oytun NALBANTOĞLU
Oytun NALBANTOĞLU
Göztepe gün sayıyor!
İhsan Özbelge ÖZDURAN
İhsan Özbelge ÖZDURAN
Aklıma 'Doğan Kardeş' geliverince… 
Kemal ANADOL
Kemal ANADOL
Sandık tartışması...
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
FACEBOOK'TA EGE'DE SON SÖZ
GAZETE EGE'DE SONSÖZ
KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva