Maria ve Haluk Bilginer

Abone Ol

Müthiş bir filmi sinemada görememiştim, platforma girince ancak izleyebildim, dünya ve memleketçok gergin, ama her şeyin ilacı sanat diyelim ve bugün bir sinema yazısı çıkaralım aradan.

Maria”, efsanevi opera sanatçısı Maria Callas’ın hayatının son günlerine bir pencere açıyor. Pablo Larraín’in yönetmenliğinde, Angelina Jolie’nin çarpıcı performansıyla hayat bulan bu film, Callas’ın yalnızca bir diva olarak değil, bir insan olarak portresini çiziyor. Film, onun Paris’teki son günlerine odaklanırken, geçmişinin gölgeleri, hayalleri ve gerçekliği arasında bir dans sunuyor. Maria Callas’ın hayatı, bu yapımda hem bir tragedyaya hem de bir kutlamaya dönüşüyor; sesinin büyüleyici yankıları kadar, kalbinin kırılgan çığlıkları da izleyiciye ulaşıyor.

Maria Callas, 20. yüzyılın en büyük opera sanatçılarından biriydi. Film, onun bu eşsiz yeteneğini ve sanatına olan tutkusunu zarif bir şekilde yansıtıyor. Sahne performanslarının görkemli anıları, Callas’ın kariyerinin zirvesini hatırlatırken, aynı zamanda bu başarının ona nasıl bir bedel ödettiğini de gözler önüne seriyor. Larraín, Callas’ın sesini bir metafor gibi kullanıyor; o ses, bir zamanlar dünyayı titreten bir güçken, filmde artık bir iç hesaplaşmanın ve kaybolan bir geçmişin yankısına dönüşüyor. Angelina Jolie’nin canlandırdığı Callas, sahnede değilken bile bir opera kahramanı gibi; her hareketi, her bakışı, bir aryadan farksız.

Film, Callas’ın özel hayatındaki çalkantıları da derinlemesine işliyor. Aristotle Onassis ile yaşadığı fırtınalı aşk, belki de onun hayatındaki en bilinen ve en acı dolu hikâye. Haluk Bilginer’inOnassis’i canlandırdığı sahneler, bu ilişkinin hem tutkusunu hem de yıkımını ustalıkla yansıtıyor. Callas’ınOnassis’e duyduğu aşk, onu hem yücelten hem de yerle bir eden bir güç olarak filme işlenmiş. Onassis’inJacqueline Kennedy ile evlenmesi, Callas için bir dönüm noktasıydı ve bu ihanet, filmde onun yalnızlığına ve kırılganlığına gölge düşüren bir motif olarak beliriyor. Bu anlar, Callas’ın sadece sesiyle değil, kalbiyle de ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu hissettiriyor.

“Maria”, Callas’ın iç dünyasına da cesur bir yolculuk yapıyor. Filmde, onun halüsinasyonları ve zihnindeki çatışmalar, Mandrax adlı hayali bir televizyon yapımcısı (KodiSmit-McPhee tarafından canlandırılıyor) üzerinden anlatılıyor. Bu kurgusal unsur, Callas’ın gerçekle hayali birbirine karıştırdığı son günlerini vurguluyor. İlaçlara olan bağımlılığı, yalnızlığı ve geçmişle hesaplaşması, onun bir zamanlar tanrıça gibi görülen imajını insanileştiriyor. Larraín, bu kırılganlığı öyle bir hassasiyetle işliyor ki, Callas’ın zayıflıkları bile onun büyüklüğünü gölgelemiyor; aksine, ona daha da hayran bırakıyor.

“Maria” filmi, sinemanın büyüsünü bir kez daha hatırlatan yapımlardan biri. İzleyiciyi bir hikâyenin içine çekip, orada uzun süre bırakıyor; sizi sorgulamaya, hissetmeye ve belki de kendi hayatınıza dair unuttuğunuz bazı duyguları yeniden keşfetmeye itiyor. Bu film, yalnızca bir kadının hayatını anlatmıyor; aşkın, kaybın ve yeniden doğuşun ne kadar iç içe geçtiğini gözler önüne seriyor. Ve işte tam da bu noktada, Haluk Bilginer’in varlığı, filmi unutulmaz kılan en güçlü unsurlardan biri haline geliyor.

Haluk Bilginer, Türk sineması ve tiyatrosunun yaşayan efsanelerinden biri. Onu izlemek, sadece bir oyuncuyu seyretmek değil, adeta bir sanat eserine tanıklık etmek gibi. “Maria”da onun performansı, filmin ruhunu adeta elleriyle yoğurmuş.

Haluk Bilginer’in uluslararası alanda tanınması tesadüf değil. Yıllar boyunca tiyatro sahnelerinden sinema perdesine uzanan kariyerinde, her defasında izleyicisini şaşırtmayı ve etkilemeyi başardı. “Maria”da da bu geleneği sürdürüyor. Onun sahneleri, filmin temposunu yavaşlattığında bile dikkatinizi asla kaybetmiyor; aksine, o anları daha da kıymetli kılıyor. Bir bakışı, bir susuşu, bir nefesiyle bile anlatmak istediğini anlatıyor. Bu, gerçek bir ustanın alameti.

Callas’ın ailesiyle ilişkileri de filmde önemli bir yer tutuyor. Annesi Litsa (Lydia Koniordou) ve ablası Yakinthi (ValeriaGolino) ile olan gerilimli bağı, onun çocukluğundan beri taşıdığı yükleri gözler önüne seriyor. Yunan kökenli bir ailenin New York’ta başlayan hikayesi, Callas’ın kimliğini şekillendiren zorlu bir zemin sunuyor. Film, bu aile dinamiklerini geri dönüşlerle ve Callas’ın zihnindeki yansımalarla işleyerek, onun yalnızlığının köklerini daha da derinleştiriyor.

Sanatının zirvesindeyken bile, Callas’ın hayatı bir tragedya gibiydi. Film, bu trajik tonu, Paris’in gri sokakları, lüks ama soğuk dairesi ve onun giderek zayıflayan bedeniyle görselleştiriyor. Ancak “Maria”, sadece bir çöküş hikayesi değil. Callas’ın sesine, sahneye ve hayata olan tutkusunu hatırlatan anlar, onun ruhunun hala capcanlı olduğunu gösteriyor. Jolie’nin performansı, bu ikiliği muhteşem bir şekilde yakalıyor; bir yandan yaşlanmış ve yorgun bir kadın, diğer yandan içindeki ateşi asla sönmeyen bir sanatçı.

“Maria”, Maria Callas’ın hayatını bir biyografiden çok bir şiir gibi anlatıyor. Onun başarıları, kayıpları, aşkları ve yalnızlığı, filmde bir operanın dramatik akışı gibi birleşiyor. Callas’ın 1977’de Paris’te hayata veda ettiği o son anlar, filmde hem hüzünlü hem de bir şekilde huzurlu bir kapanış sunuyor. Bu yapım, onun hayatını yalnızca kronolojik bir sırayla değil, duygusal bir derinlikle yansıtarak, izleyiciyi Callas’ın dünyasına davet ediyor. “Maria”, bir divanın hikayesi olduğu kadar, her birimizin içindeki kırılganlıkların ve direncin de bir aynası.