Küreselleşme, kapitalizm ve refah çelişkisi

Abone Ol

Günümüzün dünya manzarası, küreselleşme ve kapitalizmin insanlığa refah ve mutluluk getirme iddiasını her gün bir kez daha tartışmaya açıyor. Gazze’de devam eden insani dram, İsrail’in ablukaları ve yardım koridorlarının tıkanması manşetlerdeyken; Avrupa’da enerji fiyatları yeniden tırmanıyor, ABD ve Asya piyasaları enflasyon ve şirket iflaslarının baskısıyla sarsılıyor. Türkiye’de ise döviz kurları ve yatırımcı belirsizliği gündemde. Bu tablo, sermayenin küresel hareketliliği ile insanların temel güvenlik ve onur arayışı arasındaki uçurumu bütün çıplaklığıyla gösteriyor.

Kapitalizmin “büyüme her derde deva olur” söylemi, her gün sınansa da sınıfta kalmaya devam ediyor. Çünkü büyüme, refahı eşit biçimde yaymadığı gibi, krizleri de sürekli kılıyor. İnsan mutluluğu sadece gelirle değil; barış, toplumsal güven, çevre dengesi ve insana yakışır yaşam koşullarıyla ölçülüyor. Bu unsurların her biri ise küresel piyasanın kâr mantığı altında yıpranıyor.

Küreselleşmenin en güçlü savunusu, “refahın tabana yayılması”, 21. yüzyılın gerçekleri karşısında boşa çıkıyor. Çok uluslu şirketler, düşük işgücü maliyetinin peşinde ülkeden ülkeye dolaşırken, emeğin değeri düşüyor; gelir farkları büyüyor. Dünya Bankası verilerine göre küresel servetin %1’i hâlâ küçük bir azınlığın elinde toplanmış durumda.

Bu eşitsizlik yalnızca rakamlara yansımıyor; şehirlerin dokusuna, mahallelerin ruhuna da sirayet ediyor. Orta sınıfın daralması, genç kuşakların barınma ve gelecek kaygısı, toplumsal güvenin çözülmesi hep aynı ekonomik modelin sonucu. Kapitalist küreselleşme, zengin için sınırsız imkân yaratırken yoksul için sınırsız belirsizlik üretiyor...

Dünya manşetlerini sarsan Gazze’deki açlık, aslında bu eşitsizliğin en dramatik yüzü; sermaye serbestçe dolaşırken, açlık çeken bebelere gıda ulaştırılamıyor!

Kriz döngüsünün normalleşmesi

Kapitalizm yalnızca zaman zaman kriz üreten bir sistem değil; kriz onun sürekliliğinin bir parçası. Aşırı borçlanma, spekülatif balonlar ve finansal oyunlar, ekonomileri kırılgan hale getiriyorken; her kriz, en kırılgan topluluklara ağır bedeller yüklüyor. Kemer sıkma paketleri, sosyal harcama kesintileri, özelleştirmeler; hepsi önce işçiyi, emekliyi, göçmeni vuruyor. Kapitalizmin “yaratıcı yıkım” dediği şey, gerçekte geniş halk kitlelerinin yıkımı anlamına geliyor. Bu yüzden büyüme rakamları yüksek görünse bile, sokaktaki insan için güvencesizlik ve kaygı hiç azalmıyor.

Kapitalizm yalnızca ekonomiyi değil, değerler dünyamızı da şekillendiriyor. Mutluluğun ölçütü; sahip olunan marka, ev, otomobil ve bunları sürekli yenileme gücüyle tanımlanıyor. Sosyal medya, bu arzuyu sürekli körüklüyor. İnsan, kendini nesnelerle var etmeye çalışırken içsel yoksunluk derinleşiyor.

Bu kültür, toplumsal bağları da aşındırıyor. Mahalle sohbeti, uzun soluklu dostluk, kuşaklar arası dayanışma; yerini rekabet ve yalnızlığa bırakıyor. Kentler kâr odaklı projelerle dolarken, kamusal alanlar daralıyor. “Özgür birey” ideali, çoğu zaman yalnız ve yorgun bir tüketiciye dönüşüyor. Dünyanın dört bir yanından gelen raporlar, kaygı bozukluklarının ve genç intiharlarının yükseldiğini gösteriyor. Bu da kapitalizmin “refah” söyleminin ruhsal boyutunu çürütüyor.

Bütün bu göstergeler, yalnızca eleştiri değil, yeni bir yön arayışını da zorunlu kılıyor. Daha adil ve insana yakışır bir düzen için birkaç temel adım öne çıkıyor: Yerel ekonomilerin güçlendirilmesi, kamusal hakların güvenceye alınması, sağlık, eğitim ve barınmanın piyasa dalgalanmalarına bırakılmadan temel hak olarak korunması, ekolojik sınırlar ve yeşil üretim, paylaşım ve dayanışma kültürünün yaygınlaşması gibi...

Bunlar romantik ütopyalar değil; bugünkü krizlerin içinden çıkabilmek için pratik zorunluluklardır. Bu nedenle, kapitalizmi sınırlayacak, kamusal denetimi güçlendirecek, dayanışma ve ekolojik bilinçle yeni bir toplumsal sözleşme kurmak gerekiyor. Zira insanlığın refahı, yalnızca daha çok mal ve para değil; insanın onurlu, güvenli, anlamlı ve doğayla barışık bir hayat kurabilmesinden geçiyor!