Kent konseyleri demokrasinin neresinde?

Abone Ol

Geçen gün gerçekleşen İzmir Kent Konseyi genel kurulundan sonra, yayınlanan listeler, çeşitli açılardan tartışmalara neden oldu. Bunları bir kısmı Belediye ile kent konseyi ilişkisine yönelikti, bir kısmı ise sivil toplum diye tanımlanan derneklerin yapı ve özellikleri ile ilgiliydi.

Seçim sonuçlarına bakınca, İzmir Kent Konseyi STK Temsilcisi seçilenler listesinde yer alan on temsilci içinde ilk dördünün yüksek oy desteği ile yöre dernekleri federasyonu temsilcileri olduğu görüldü. Kars, Urfa, Ardahan ve Bingöllüler Dernekleri Federasyonları büyük bir ağırlıkla temsilcilerini liste başına taşımışlar.

Ne var bunda, onlar da İzmir’de yaşayan yurttaşların dernekleri değil mi? Tabii ki öyle. Yasal olarak hiçbir sorun yok. Hatta sandık demokrasisi açısından da.

Aynı durum ve dağılımı daha da ağırlıklı olarak belediye başkanlıkları, belediye meclis üyeliklerinde ve parti yerel örgütlerinde de görebiliriz. İzmir doğumlu, Aydın, Manisa, Balıkesir ve İstanbul doğumlu temsilci istisnadır. Buna karşılık Erzincan, Kars, Mardin, Tunceli ve Malatya doğumluların ezici bir hakimiyeti vardır.

Yani göçler kentin sadece nüfusunu, fiziki/mekânsal yapısını değiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda kültürel iklimi ve siyasi dinamiklerini de dönüştürüyor. Bu konuda çok sayıda sosyolojik araştırma ve gözlem bulunmaktadır. Bunlardan da yararlanarak bir değerlendirme yapmaya çalışalım.

Ellili yıllarda başlayan kitlesel göçler, kısa sürede kentlerin dört beş kat büyümesine yol açtı. Gecekondu sayısı arttı, kentte yaşayan kırsal nüfus ağırlık kazandı. Kırdan kopan kitleler, kentin yabancı ortamına uyum sağlamak için geleneksel dayanışma ilişkilerini kullandılar. Gecekondu yaparken, arsa temini, iş, okul ve sağlık hizmetlerinde “hemşerilik” en önemli güvenceye dönüştü.

Bu durum sosyolojide ağırlıklı olarak modernleşme kuramları çerçevesinde değerlendirilmişti. Kent ve sanayileşme yegane ve en etkili modernleştirici değişkenlerdi. Köylülükten işçiliğe geçiş de köylülükten kentliliğe geçiş de modernleşmeye yol açacaktı. Kentlileşme demek adeta modernleşmek anlamına geliyordu.

1950’lerden 1980’lere kadar devam eden bu süreçte, gecekondu ve hemşerilik dayanışması, genellikle geçici bir durum olarak kavramsallaştırıldı. Tampon Kurum, ikili yapılar ve geçiş süreci kurumları şeklinde. Yani en azından kuşak değişince, seyyar satıcılıktan örgütlü işçiliğe geçilince göçmenler kentlileşecek ve modernleşecekti.

İlk evre dayanışma gelenekseldi. Çünkü kırsal göçmenlerin başka kullanacakları ilişki yoktu. Konut, iş ve diğer ihtiyaçlarını karşılayacak resmi kurumlar da söz konusu değildi. Bir yerde devlet ve kapitalist sistem de kendi barınma sorununu çözen ucuz işgücü deposu oluştuğu için, üstü örtük olarak kaçak yapılaşma ve arazi işgallerine de razı oluyordu.

Zamanla bu ilişki kurumsal hale geldi. Kenti yönetenler ile kırsal göçmenler arasında al gülüm, ver gülüm ilişkisi oluştu. Popülist politikalar sonucu himayecilik ve oy değiş tokuşu yerleşti. Nepotizm (eş dost, akraba kayırma) giderek hız kazandı ve kent yönetimlerine hakim oldu.

İmar afları ve yeni imar planları sayesinde kentleşme, sınıfsal yapıyı dönüştürecek en etkili nedenler haline geldi. Yani kentleşmenin kendisi, sanayileşmeden daha etkili bir şekilde sınıfsal konumları belirleyecek konuma ulaştı. “Taşı, toprağı altın” sözü tesadüfen söylenmiş bir söz değil, bu süreci tarif eden bir ifadedir.

İmar afları ve çok katlı imar planları sayesinde, gecekondusunun değeri üç beş daireye yükselince, yoksul kırsal göçmen bu sayede refahını yükseltebiliyordu. Kentleşme sürecinin popülist planlama uygulamaları sayesinde refahını artıran göçmenler, yoksulluğu, daha sonra gelenlere devrediyordu. Bazı şehir plancılarının “Nöbetleşe Yoksulluk” adını verdiği bu dinamik, yerel yönetimler ve siyaset ile göçmenlerin ilişkisinin karakterini de şekillendirmeye başladı.

Özellikle doksanlı yıllarla başlayan küreselleşme dediğimiz süreç, ulus devletleri ve milliyetçiliği aşındırmakla kalmadı, yerel kimlikleri motive de etti. Buna 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile sembolize edilen sosyalist ideolojinin krizini de eklersek, insanların yerel kimliklere daha yatkın hale gelişini daha iyi anlayabiliriz.

Hem Cumhuriyet modernleşmesinin tamamlanamaması hem de kentin dinamiklerindeki dönüşümler, kimlik dayanışmasını sendikal mücadeleden daha etkili hale getirdi. Sınıfsal dayanışma modern, hemşerilik mezhep dayanışması ise, gelenekseldi.

Etnik ve mezhepsel kimlikleri, metropollerde ve yurt dışında geleneksel formda sürdürmek kolay değildi. Dolayısıyla yeniden üretmek suretiyle adeta, yine bazı sosyologların adlandırmasıyla, “post modern” kabileler ortaya çıktı.

Bunlar özellikle yerel siyaset ve kent yönetiminde çok kullanışlı aparatlar olduğu için yaygınlaştı ve demokrasinin temsili özelliğinden etkili bir şekilde yararlanır hale geldiler.

NOT: Bu yazı daha birkaç bölüm devam edecektir. Çünkü bu konuyu hap haline getirmeye çalıştığımızda, yüzeysel geçilen bazı bölümleri yeterince anlaşılmıyor. Ek açıklamalar gerekiyor. Onun için biraz daha enine boyuna ele almayı sürdüreceğim...