İklim değişikliği zirvesi ve Türkiye

Abone Ol

COP’un kuruluş amacı ve karbon sorununun kökeni

İklim değişikliği, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanayi devriminin doğrudan bir sonucu olarak gündeme geldi. Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların yakılmasıyla açığa çıkan karbondioksit ve metangazları atmosferde birikerek sera etkisi yaratıyor; bu da Dünya’nın ısınmasına yol açıyor. Bu konudaki bilimsel uyarılar 1970’lerden beri yapılıyordu, fakat çözüm olarak ilk küresel adım 1992’de Rio Yeryüzü Zirvesi’nde atıldı. Bu zirvede kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC), iklim krizini küresel iş birliğiyle yönetmeyi amaçlamaktadır.

Sözleşmeye taraf olan ülkeler her yıl toplanarak ilerlemeyi değerlendirir; bu toplantılara COP (Conference of theParties), yani Taraflar Konferansı denir. İlk toplantı 1995’te Berlin’de yapıldı. Bugün 198 ülke taraf ve Kasım 10-21 tarihleri arasında yapılacak olan COP30 (Belém, Brezilya, 2025) bu sürecin 30. yılına denk geliyor.

Karbon neden iklim değişikliğine yol açıyor?

Dünyanın etrafı, ince bir atmosfer tabakasıyla çevrili. Bu tabaka, tıpkı ince bir battaniye gibi, Güneş’ten gelen ısının bir kısmını içeride tutuyor. Aslında bu “sera etkisi” olmasaydı, Dünya yaşanamayacak kadar soğuk olurdu. Sorun şu: İnsanlık son 150–200 yıldır kömür, petrol ve doğalgaz yakarak atmosfere devasa miktarda karbondioksit ve diğer sera gazlarını pompalıyor. Sanayi tesisleri, termik santraller, benzinli/dizel araçlar, çimento, demir–çelik, kimya gibi sanayiler bu salımların büyük kaynağı.

Karbondioksit atmosferde yüzlerce yıl kalıyor ve giderek kalınlaşan bir battaniye gibi gelen ısıyı içeride hapsediyor. Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre atmosferdeki karbondioksit (CO₂) seviyesi 2024’te 423–424 ppm civarına çıkarak sanayi öncesine göre yaklaşık %150 artmış durumda. Sonuç: Dünya ortalama sıcaklığı sanayi öncesine göre 1,2–1,3°C arttı. 1,5°C sınırına fiilen çok yaklaşıldı, bazı yıllarda aşıldı. Aşırı sıcak dalgaları, seller, hortumlar, kuraklıklar, orman yangınları sıklaştı. Yani karbon salmak, aslında “geleceğe ısı borcu yazmak” demek. Ne kadar çok salarsak, o kadar çok ısı kilitliyoruz.

COP’un anlamı ve kuruluş amacı

1992’de Rio de Janeiro’daki “Yeryüzü Zirvesi” sırasında kabul edilen UNFCCC, atmosferde birikmekte olan sera gazlarını “insan kaynaklı tehlikeli müdahaleler” yaratmayacak bir düzeye çekmeyi amaçlıyor. COP, 1997 Kyoto Protokolü ilk bağlayıcı emisyon hedeflerini getirdi. 2015 Paris Anlaşması ise küresel ısınmayı 2°C’nin altında, ideal olarak 1,5°C sınırında tutma hedefini koydu. COP’un temel amacı şu: Küresel ısınmayı sınırlamak (örneğin 1,5 °C hedefi), gelişmiş ülkelerin tarihsel sorumluluklarını üstlenmesi, gelişmekte olan ülkelere finansman, teknoloji ve uyum desteği sağlanması.

UNFCCC ülkeleri genellikle iki gruba ayırıyor: Gelişmiş ülkeler (Sanayileşmiş, daha büyük tarihsel emisyonları olan) ve gelişmekte olan ülkeler (emisyonlarını artıran, kalkınma süreçleri içinde). Bu ülkeler arasındaki eşitsizlikler ise şöyle: Gelişmiş ülkeler tarihsel olarak büyük emisyon üretti; ancak gelişmekte olan ülkeler günümüzde hızla emisyon artışı yaşıyor. Gelişmekte olan ülkelere gereken finansman, teknoloji ve kapasite desteği halen yetersiz. İklim krizinden en çok etkilenen çoğu ülke en az salım yapan ülkeler ki bu da “sorumluluğu eşit paylaşmama” durumu yaratıyor. Bu nedenle, iklim krizinde en temel sorunlardan biri adalet meselesidir. Sanayi Devrimi’nden bu yana en çok karbonu gelişmiş ülkeler saldı; ama iklim değişikliğinin etkilerini en ağır yaşayanlar gelişmekte olan ve yoksul ülkeler.

Mesela; Afrika ülkeleri, tarihsel emisyonun sadece %4’ünden sorumlu; ama kuraklık, sel ve açlıkla en çok onlar karşı karşıya. Gelişmiş ülkeler, yoksul ülkelere verdikleri “iklim finansmanı” sözlerini ya geciktiriyor ya da mevcut kalkınma yardımlarını sayarak hedefi kâğıt üstünde tutturuyor. Sonuç: İklim krizi küresel ama etkisi sınıfsal. Yani kirletenler başka, bedel ödeyenler başka.

COP’un başardıkları ve başaramadıkları

Başardıkları: Üye ülkeler artık karbon salımlarını ölçüyor ve raporluyor. Küresel kamuoyu bilinci arttı; iklim değişikliği artık gündemin merkezinde. Yenilenebilir enerji yatırımları birçok ülkede ciddi artış gösterdi. Paris Anlaşması ile ilk kez bütün ülkeler küresel bir hedefte uzlaştı. Başaramadıkları: Küresel emisyon hâlâ düşmedi; tersine 2024 itibariyle rekor seviyeye ulaştı. 1,5°C hedefi neredeyse imkânsız hale geldi. Fosil yakıt sübvansiyonları devam ediyor; petrol ve doğalgaz üretimi artıyor. Gelişmekte olan ülkelere söz verilen finansman yeterli değil. İklim adaleti ve eşitlik hâlâ sağlanamadı. Yani 30 yılda büyük toplantılar yapıldı, ama gezegenin ısısı düşmedi.

Bu konuda yazar Jessica F. GreenKüresel İklim Politikası Çöktü: Emisyonlara Takılı Kalmak Dünyanın Ekonomisini Karbonsuzlaştıramaz” (ForeignAffairs, Kasım/Aralık 2025 sayısı) adlı sert bir eleştiri yazısı yazdı ve çözüm önerilerini kaleme aldı. Yazı çok ilginç saptamalar yapıyor. Yazara göre sorun, sistemin rakamlarla uğraşması ama gerçeği değiştirmemesi. COP’nin bu zamana kadarki uygulamalarını ve yazarın eleştirilerini alt başlıklar halinde sunarsak Green kısaca şunlara değiniyor:

Ton yönetimi: Rakamlarla oyalanmak

“Ton yönetimi”, iklim politikalarının “kaç ton karbondioksit salındı, kaç ton azaltıldı” diye ölçülmesi demektir. Yani ülkeler ya da şirketler, çevreye saldıkları karbondioksiti sadece sayısal olarak izler ve hedeflerini “şu kadar ton azaltacağız” diye belirler. Ancak sorun şu: Bu yaklaşım, sistemin kendisini değiştirmiyor, sadece rakamlarla oynuyor.

Örneğin, Bir otomobil fabrikası yılda 100 bin ton karbondioksit (CO₂) salıyor. Hükümet diyor ki: “Beş yıl içinde bunu 90 bin tona indirmen gerekiyor.” Fabrika ne yapıyor? Bacalara ölçüm cihazı takıyor, birkaç makineyi yeniliyor, raporlarında “Bu yıl 10 bin ton azalttık” diyor. Ama hâlâ kömürle çalışan enerji kullanıyor, üretim modeli aynı, araçlar hâlâ fosil yakıtla çalışıyor. Yani “ton olarak” azalma var gibi görünse de sistemde hiçbir gerçek değişim yok. İşte yazar Jessica F. Green’in eleştirisi tam olarak bu: “Hükümetler tonları yönetiyor ama sistemi dönüştürmüyor.”

Karbon piyasaları ve ofset sistemi: Kirletme hakkı satın almak

Karbon piyasası, ülkelerin ya da şirketlerin “karbon salma hakkını alıp sattığı bir sistemdir.
Amaç, kirletenin parasını ödemesini sağlamak. Ofset sistemi ise, bir yerdeki kirliliği başka bir yerdeki çevre dostu projeyle telafi etmek anlamına gelir. Örneğin; bir havayolu şirketi düşünün. Her uçuşta tonlarca karbon salıyor ama “biz çevreciyiz” diyor. Nasıl? Çünkü Afrika’da bir yerde ağaç dikim projesi finanse ediyor. O projeden aldığı sertifika sayesinde “biz saldığımız karbonu telafi ettik” diyor. Ama sorun şu: O ağaçlar büyümeden yanarsa ya da kurursa, telafi olmaz. Veya o bölgedeki orman zaten korunuyorsa, o zaman gerçekte hiçbir şey değişmez. Yani ofset sistemi, bazen vicdan satın alma mekanizmasına dönüşüyor. Şirket, “biz karbona karşıyız” diyor ama aynı hızda uçak uçuruyor, aynı yakıtı kullanıyor. Tek fark, “karbon kredisini satın almış” olması. “Bu, sigara içip sonra sigarayı dengelemek için başkası adına oksijen tüpü almak gibi.”

Karbon fiyatlandırması: Kirletmenin fiyatı

Karbon fiyatlandırması, havaya salınan her bir ton karbondioksite bir bedel biçmek demektir.
Amaç, “kirleten ödesin” ilkesini uygulamak. Örneğin; bir fabrika 1 ton karbondioksit saldığında devlet ona “her ton için 50 dolar vergi ödeyeceksin” diyor. Fabrika yöneticisi düşünüyor: “50 dolar mı ödeyeyim, yoksa daha az karbon salacak yeni bir makine mi alayım?” Eğer makine almak daha kârlıysa, o zaman gerçekten temiz üretime geçiyor. Ama dünyada durum öyle değil. Bugün karbonun ortalama fiyatı sadece 5 dolar/ton. Bu, şirketler için neredeyse cezasız kirletme izni anlamına geliyor. “Bir kamyon egzoz dumanı salıp 5 dolar ödemek, çevreyi satın almak gibidir.” Yani karbon fiyatı düşük oldukça, kimse davranışını değiştirmiyor.

Avrupa’da durum biraz farklı: AB’nin Emisyon Ticareti Sistemi (ETS) sayesinde karbon fiyatı 80–90 avroya kadar çıktı. Bunun sonucunda bazı fabrikalar gerçekten daha temiz enerjiye geçmek zorunda kaldı. Ama dünyada genel tablo şu: Kirletmek hâlâ ucuz, temiz üretmek hâlâ pahalı… Bu üç sistemin ortak sorunu şu: Hepsi karbonu ölçüyor ama nedenini değiştirmiyor!

Finansman vaatleri: Zenginler söz veriyor, fakirler bedel ödüyor

2009’da zengin ülkeler, yoksul ülkelere “her yıl 100 milyar dolar destek vereceğiz” dedi. Ama o para yıllarca ortada yoktu; geldiğinde de zaten başka kalkınma fonlarından aktarılmıştı. Oysa iklim felaketlerinden en çok etkilenenler Afrika, Asya ve Pasifik ülkeleri.
Yani tarihsel olarak en az kirletenler, bugün en ağır bedeli ödüyor. Bu adaletsizlik COP toplantılarının en tartışmalı konusu. Zengin ülkeler yeni hedef olarak 2035 için 300 milyar dolar önerdi. Ama bilim insanlarına göre gelişmekte olan ülkelerin ihtiyacı yılda 1,3 trilyon dolar. Aradaki fark, iklim adaletinin hâlâ kâğıt üstünde kaldığını gösteriyor.

Yazarın Eleştirisi: “Tonları değil, parayı yönetin”

Yazara göre; “İklim diplomasisi 30 yıldır karbon tonlarını sayıyor ama sistemi değiştirmiyor.” Ona göre çözüm; çevre bakanlıklarından değil, ekonomi politikalarından geçiyor: Zengin şirketlerin offshore hesaplarında tuttukları trilyonlar vergilendirilmeli. Fosil yakıt şirketlerini koruyan yasalar kaldırılmalı. Sermaye, kömürden ve petrolden çekilip güneş, rüzgâr ve yeşil teknolojiye yönlendirilmeli.

Kısaca yazar diyor ki; “Artık iklim politikası sadece çevre zirvelerinde değil, ekonomik kurumların içinde şekillenmeli.” Yani, ekonomiyi dönüştürmek için sadece BM’nin iklim çerçevesi (UNFCCC) yeterli değil. Bunun yerine, OECD gibi kurumlar ki bunlar vergilendirme, yatırım ve finansal düzenlemeler üzerine çalışır, devreye girmeli.

Green’e göre: OECD, çok uluslu şirketlerin vergilendirilmesi, offshore hesapların denetimi ve küresel asgari kurumlar vergisi gibi araçlarla fosil sermayenin gücünü sınırlayabilir. Benzer şekilde, Dünya Bankası, IMF ve yatırım anlaşmalarını düzenleyen ISDS sistemi de reform edilirse, devletler artık çevre politikası yaptıkları için tazminat ödemek zorunda kalmazlar. Yazar, özetle şunu vurguluyor: “İklim krizini çözmek için atmosferi değil, paranın yönünü yönetmeliyiz. Bunun yeri de OECD gibi ekonomik kurumlar olmalı.”

Bir sonraki yazımda, konuyu Türkiye açısından değerlendireceğim.

Not: Jessica F. Green’in makalesinde bahsettiği ISDS sistemi, Türkçesiyle Yatırımcı-Devlet Uyuşmazlıklarının Çözümü Mekanizması” anlamına gelir. Bu sistem, yabancı yatırımcıların, genellikle çok uluslu şirketlerin, bir devletin aldığı kararlar nedeniyle zarar gördüklerini iddia ettiklerinde, o devleti uluslararası tahkimde dava edebilmesine imkân tanır. Örneğin bir ülke çevreyi korumak için kömür santrallerini kapatma kararı alırsa, bir enerji şirketi “bu karar benim yatırımıma zarar verdi” diyerek ISDS kapsamında devlete tazminat davası açabilir. Green’e göre bu sistem, fosil yakıt şirketlerini koruyan bir zırh haline gelmiştir. Bu yüzden ülkelerin, ISDS’yi ya kaldırması ya da fosil yakıt sektörünü kapsam dışı bırakması gerekir.