Hayalimdeki İstanbul

Abone Ol

İstanbul’un erguvan akşamlarından biri. Gökyüzü pembe, sarı, turuncu her türden renkle hemhal.

Pazardan dönen kadınların, yanı sıra sürüklenen pazar çantalarının tozu dumana kattığı bahar kokusu sinmiş her bir yana.

Kimi işten eve dönme telaşında, kimi kendini kahvenin gölgedeki bir sandalyesine atmış demlenmekte.

Kuşlar dolanıyor camiinin kubbeleri etrafında, iç içe geçmiş kavisler çevirerek. Ay güneşin arkasına saklanmış, kararmamış gökyüzü, yıldızlar yanıp sönmekte, gündüzün solduğu yerde.

Parkta oynayan çocuklara seslenen kadın sesleri ile birbirine karışan, son akşam vapurunun ıslığı, tablasında, kara kavruk on beşinde var yok delikanlının, son akşam simidi.

Gevrek susam tadı damağımda. Gözlerim boğazın serin sularına dikili. Yanında bir tuzlu ayran iyi gider şimdi…

Küçük Hamam’da yıkansam bir gittiğimde. Yolum düşer mi acaba? Ya da yerinde duruyor mudur hala?

Beyoğlu sinemalarının önünden geçsem bir de. Hangisi kaldı kim bilir ayakta?

Bir film seyretsem adı İstanbul olan. Bana çocukluğumu, ilk gençliğimi anlatan. Ağlamayacağım söz. O filmin içinde artık yaşamayan sevdiklerim olsa da…

Hiçbir şairin şimdiye kadar dillendiremediği bir asaleti var bu şehrin. Hiçbir gezginin keşfedemediği. Ve hiçbir büyülü sözün tarif edemediği, dokunamadığı gizemi.

Telli Baba’yı ziyaret etmek isterdim mesela. Sorsalar son arzun nedir diye. Hiç gelin olmamanın acısını çıkarmak için kendimce.

Tepesinden bakmak doyumsuz manzarasına ne hoş olurdu. Yaşamak dedikleri bu işte!

Siyah beyaz fotoğraflarda eğilmiş gülümsüyorum. Onlarca kitap, karton kağıtlar üzerine yerde serili.

Her birini gizli gizli okşuyorum. Mutluluk mabedim, hafta sonlarımın vaz geçilmezi, Beyazıt Sahaflar Çarşısı.

Arnavut kaldırımı her taşında mürekkep lekesi, bir kelam izi sanki. İstanbul Üniversitesi ile yan yana, eski zamanların hafızası.

Raflar arasında el yazması kitaplar, tütün kokar, cigarasında sahafların. Hepsi bilge, üstat ayarında.

"Bu divan Abdülhak Hamit'in öğrenciliğinden," diye anlatır biri. Bir diğeri, "Nazım’ın Paris’e giden yolculuğudur bu" der hararetli.

Kalın bir cilt ansiklopedinin arasına gizlenmiş kartpostal, alır götürür zamanda beni. Bazen sessizlik çöker günün yorgunluğuna. Çay getiren çırağın sesi böler sessizliği.

Galata köprüsünün tenhalığı, hatıramda sokak kedilerinin yalnızlığı. Vakur, bakışlarında derin mahzunluk.

Balıkçı teknelerinin yolunu gözlerler. Nafakasında ne varsa balıkçının, bahtına sokak kedileri de razı.

Martı çığlıkları deler Sarıyer’de geceleri. Geceye vurmadan Münir Nurettin çalar radyolar. Ah o ne hicranlı şarkılar! Hüzzam tadında yaşanan aşklar… Ya “bir bahar akşamı rastlamışızdır” sevdiğimize ya da “dönülmez akşamın ufkundayızdır”.

Haydarpaşa’dan bir tren kalkar, bir mendil savrulur rüzgâra karşı. Ve bir damla düşer perona sessizce. Garın duvarları taşlı, giden yolcunun gözü yaşlı. Aynı anda Gülhane Parkı’nda esen meltem, genç bir askeri uğurlar. Ya da evsiz bir şarapçıyı hafifçe yanaklarından okşar.

Son vapur nihayet rıhtıma yanaşır ağır ağır. Martılar tren düdüğüyle yarışır. Bir kız çocuğu iner son vapurdan. Garın merdivenlerini çıkar usulca. Ben inerim o son vapurdan. Ben çıkarım garın merdivenlerini usulca.

Kalabalıklar azalmış, kitap kokar istasyon. Sahaflar Çarşısı kokar. Yüzümde yosun kokusu. Tıpkı İstanbul gibi. Tıpkı yüzyılların uykusuzluğu gibi.

Bakakalırım karşı kıyıya. İstanbul’un silüetine. Çocukluğumun kaybolmuş seslerine. Bir mendilin ucuna düğümlenmiş geçmişim, şimdim, geleceğim. Giden hep eksik kalır İstanbul’dan! Kalan ise hep yarım…