Dünya’nın kaderi bazen insanın aklını zorlayan bir ironiyle yazılıyor. Mesela, 20. yüzyılın “mucize malzemesi” olarak göklere çıkarılan plastik… Bugün okyanusları boğan, toprağı kirleten, ciğerlerimize kadar sızan bir canavara dönüşmüş durumda. Buna rağmen biz insanlar, sanki bu hikâyenin kötü kahramanı değilmişiz gibi, her yıl daha fazla üretmenin yaratıcı bir çözüm olduğuna inanıyoruz. Yeni bir rapor ise bu iyimserliğe soğuk bir duş etkisi yapıyor.
COP toplantılarından tanıdığımız Pew Charitable Trusts’un son analizi, 2040’a geldiğimizde dünyanın her saniye okyanuslara bir kamyon dolusu plastik dökecek bir hıza ulaşacağını söylüyor. Her saniye… Şaka gibi. Aslında şaka değil, trajedinin ta kendisi. Bu tabloyu düşününce ister istemez, insanın kendi icadı tarafından rehin alınmasının nasıl bir duygu olduğunu merak ediyorum.
Raporun en acı tarafı, sorunun yalnızca sahillerdeki plastik şişelerden ibaret olmadığını anlatması. Asıl mesele, görünmez plastikler. İnşaat malzemelerinin içinde saklananlar, tarımda toprağın üstüne serilenler, otomobillerin her parçasına sinmiş olanlar… Bir de mikroplastikler var ki, insanı neredeyse özlediği günlere götürüyor: “Eski güzel zamanlarda, vücudumuza giren şeyler en azından çıplak gözle görünürdü.”
Bilim insanları, plastiğin içindeki binlerce kimyasaldan söz ediyor; bunların dörtte birinin sağlığımıza pek dostça davranmadığını söylüyor. Hormonlarımızla oynayan endokrin bozucular, soluduğumuz havayı zehirleyen üretim süreçleri, toprağa karışan toksinler… Tüm bunların 2040’a geldiğimizde insanlığın 10 milyon yıla yakın sağlıklı yaşam süresini yok edeceği hesaplanmış. Plastik üretimi aynı hızla devam edecekse, demek ki birileri bu kaybı “yan etkiler” bölümüne yazıp geçiyor.
Uluslararası siyasetin performansı ise her zamanki gibi… Ülkeler plastik krizini dizginleyecek bir anlaşma için masaya oturdu, fakat büyük üreticiler yeni plastik üretimine sınır getirecek her öneriyi itinayla reddetti. Demek ki 21. yüzyıl diplomasisinde “çevreyi korumak”, hâlâ “ekonomiyi korumak” kadar ciddi bir konu değil.
Bu arada geri dönüşüm… O eski, masal tadındaki kurtarıcı. Yıllardır üzerine şiirler yazılan, belediye afişlerine konu olan, çocuklara iyi davranmamız gerektiği öğretilen mucize yöntem. Fakat raporun satır aralarından şu gerçek sızıyor: Plastik geri dönüşümü büyük ölçekte çalışmıyor, çalışmadı, muhtemelen çalışmayacak. Çünkü plastik dediğimiz şey, tek bir malzeme değil; yüzlerce formda, binlerce farklı katkı maddesiyle üretilen bir kimya bulmacası. Her parçanın geri dönüştürülmesi ekonomik bir bilmece, teknik bir çile.
Yine de oyunun tüm kötü oyuncuları bu kadar görünürken çözüm, aslında şaşırtıcı derecede sade: Daha az plastik üretmek. Sübvansiyonları kaldırmak. Toksik kimyasalları yasaklamak.
Ürünleri yeniden kullanacak bir sistem kurmak. İnsan türü “sıfırdan üretmek” kadar “yeniden kullanmayı” da sevebilmeyi öğrenirse, belki bir umut.
Ama bugünün gerçekliği şu: Gezegen plastikten yapılmış bir geleceğe doğru hızla ilerliyor.
Belki de bundan yıllar sonra tarihçiler, “insanlığın çağı”nı değil, “plastiğin çağı”nı konuşacak. Çünkü dürüst olalım: Böylesine kararlı bir üretim tutkusunun karşısında, mikroplastikler bile utanıp kenara çekiliyor.
Ve tüm bu karmaşa içinde en ironik olan şey, şu sorunun hâlâ açıkta durması…Biz plastiği mi üretiyoruz, yoksa plastik mi bizi şekillendiriyor?