Dün ve bugün Türkiye (16) Kimlik algısı

Abone Ol

1970’li yıllar, çocukluğum ve hayatımın en güzel dönemi. Nasıl unuturum! Ya da nasıl unutulur mu demek lazım, zira benim neslimin çoğu için yeri doldurulamaz zamanlardı. Sokakta oynarken, birimiz düştüğünde diğeri, etnik, dinsel ya da mezhepsel kökeni nedir düşünmeden, yere düşene elini uzatır kaldırırdı. 1970'li yıllarda, sokaklarda oynayarak büyüyen biz çocuklar için, kimlik farklılıkları neredeyse hiç gündeme gelmezdi! Hepimiz mahallemizin bir parçası, birbirimizin dostu, ailemizin bir uzantısı gibiydik.

Sokağın çocukları olarak kim olduğumuzu oyunlarımız belirlerdi, ailelerimizin aidiyetleri değil. Kimse kimsenin nereden geldiğini dert etmezdi. Bizim için önemli olan misketleri kazanmak, topaç çevirmede ustalaşmak ve ip atlamada en yükseğe sıçrayabilmekti.

Havalar ısındığında bakkalın önünde toplanır, mahallemizin tek dondurmacısı Hacı Amca’nın arabasını beklerdik. O, bazen dondurmayı biraz fazla koyar, bazen "Sen geçen sefer fazla yemiştin, hadi bu sefer az olsun" diye takılırdı. Dondurmanın tadı hepimizin damağında aynıydı, kimin annesinin başörtülü, kimin babasının göçmen olduğu hiç konuşulmazdı.

Oturduğumuz semt, İstanbul Fındıkzade, o yıllarda hala zengin bir kimliksel çeşitliliğe sahipti. Aklımdan hiç çıkmayan, Boşnak komşumuz Cevahir Teyze’nin Arnavut börekleri efsaneydi mesela. Onun kızı Ayla, sek sek oyununda en iyi takım arkadaşımdı. Ne var ki yan sokakta oturan Nalan, kiremit parçalarından çizdiğimiz sek sek oyununda hepimizi yenerdi. Onun da Rum annesinin tarçınlı kekinin tadı, hiçbir yerde yoktu!

Hafta sonları, Ermeni komşumuz Agop Usta’nın marangozhanesinin önünden geçerken içeriden gelen talaş kokusuna bayılırdık. Bize tahtadan küçük arabalar yapar, "Sakın birbirinizle yarışırken kavga etmeyin!" diye tembihlerdi. Öteki mahalleden arkadaşım Oya’nın annesi Yahudi komşumuz Roza Teyze, her Hamursuz Bayramı, hamursuz ekmeğini bizim eve de yollar, karşılığında annem de ona zeytinyağlı dolma gönderirdi.

Mahalleden Kürt arkadaşımız Mehmet’in annesi Esma teyze, yaptığı tandır ekmeğini mahallenin çocukları arasında bölüştürürken “Bunu sıcak sıcak yiyin, emi!” diye salık vermeyi ihmal etmezdi. Arap komşumuz Said’in evinden yayılan baharat kokuları hiç eksik olmazdı; neyse ki annesi pek misafirperverdi, yemekleri bize de tattırırdı fırsat buldukça. Alevi olan annem ise, bir gün bütün apartman komşularını toplayıp aşure yapmayı öğretmişti. Sonra, Muharrem aylarında komşularımız da bize aşure göndermeye başladı…

Kısacası, 1970'li yıllarda çocuk olmak, kimliklerden ve ayrımlardan uzak, mahalle sıcaklığında büyümek demekti. Sokak aralarında yankılanan kahkahalar, ortak oyunların heyecanı ve paylaşmanın verdiği huzur, kim olduğumuzdan bağımsız olarak bizi bir araya getirirdi. Bizler için en güçlü kimlik "mahalleli" olmaktı.

Kimlik algısının değişimi

Türkiye'de kimlik algısı, Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet'e, oradan da 21. yüzyıla uzanan süreçte, çeşitli aşamalardan geçerek bugünkü şeklini aldı diyebiliriz. 1970'li yıllarda şehirlerde ya da kırsalda yetişen nesillerin büyük bir kısmı, komşularının etnik kökeni ya da mezhebiyle ilgilenmeden büyümüş, kendisini sadece "Türk" olarak tanımlamıştı. Ancak bu algı, Türkiye'deki toplumsal ve siyasi gelişmelerle zaman içinde dönüşüme uğradı.

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e kimlik algısı

Osmanlı İmparatorluğu, millet sistemi ile çok etnikli ve dinli bir yapıya sahipti. Osmanlı tebaası, dinî cemaatler temelinde tanımlanırdı ve "Müslümanca bir birlik" anlayışı egemendi. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi akımlar gelişse de halk düzeyinde kimlik algısı, çoğunlukla din eksenliydi.

Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte, "Türkleştirme" politikaları benimsenmiş, Lozan Antlaşması ile gayrimüslimler azınlık olarak tanımlanmış ve Müslümanca bir homojenlik korunmaya çalışılmıştır. Daha sonra ise, 1930'ların ve 1940'ların "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyaları ve 1942 Varlık Vergisi gibi uygulamalar etnik kimlik bilincinin ortaya çıkmasında etkili oldu.

1970'lerden sonra kimlik siyaseti

1970'li yıllarda, sosyalist ve devrimci hareketlerin etkisiyle sol gruplar “işçi sınıfı, emek mücadelesi ve ezilen halklar” üzerine odaklanmaya başladı. Bu yıllarda Türkiye'de, özellikle sol akımlar aracılığıyla, etnik ve mezhepsel kimlikler daha fazla tartışılır hale geldi.

1980 darbesinden sonra ise devletin kimlik siyaseti daha sert bir hal aldı. Kenan Evren yönetimi altında "tek tip Türk milleti" anlayışı dayatılırken, bastırılan kimlikler yeraltında daha da güçlendi. 1980'lerin sonları ve 1990'lardan itibaren PKK'nin güçlenmesiyle birlikte "Kürt kimliği" üzerine tartışmalar açık hale geldi. Aynı şekilde, 1993 Sivas Katliamı ve 1995 Gazi Mahallesi olayları gibi olaylar Alevi kimliğinin de giderek daha fazla gür sesle dile getirilmesine neden oldu. 1990'larda artan etnik ve mezhepsel farkındalık, siyasi söylemlerle birleşerek toplumsal yapıyı dönüştürdü. Kimlikler belirginleşti, insanlar artık etnik aidiyetlerini daha sık vurgulamaya başladı.

Günümüzde kimlik algısı

2000'li yıllarla birlikte, küreselleşme ve Avrupa Birliği uyum süreci gibi etkenlerle kimlik siyaseti daha fazla gün yüzüne çıktı. Aynı zamanda, dijitalleşmeyle birlikte bireysel kimlikler daha çok önde yer aldı, sosyal medya insanların aidiyetlerini ve farklılıklarını daha görünür hale getirdi. Kürt kimliği, Alevi hareketleri, feminist hareketler ve LGBT+ hakları gibi konular daha fazla görünür oldu. AKP iktidarı döneminde ise bir yandan "açılım" süreçleri ile kimlik talepleri gündeme gelirken, diğer yandan "yerli ve milli" söylemi ile yeniden tek kimlik vurgusu yapıldı.

Bugün Türkiye’de, kimlik algısı geçmişe göre çok daha belirgin. İnsanlar artık hangi kökenden geldiklerini, hangi mezhebe ait olduklarını, hangi siyasi görüşü benimsediklerini daha çok ifade ediyor. Bu durum toplumsal zenginliğe katkı sunarken, aynı zamanda, ayrışmalara ve kutuplaşmalara neden olabiliyor. 1970'lerde sokakta bir olup top koşturan çocukların yerini, birbirlerinin kimliklerini sorgulayan bireyler aldı diyebiliriz…

Oysa geçmişte kimliklerimiz bizi ayıran değil, birleştiren unsurlardı. Mahalle kültürü içinde, komşuluk ilişkileriyle harmanlanarak büyüdük. Bugün ise bireyselleşmenin ve politikleşmenin etkisiyle aynı sokakta yaşayan insanlar, birbirini tanımadan günlerini geçiriyor. 1970'lerin ortak yaşam kültürü, modern bireycilik karşısında giderek silikleşiyor.

Kimlik siyasetinin ayrıştırıcı etkisi

Kimlik siyasetini, bireylerin etnik, dini veya cinsel yönelim gibi kimlik özellikleri üzerinden politik taleplerini dile getirmesi ve bu temelde örgütlenmesi olarak tanımlıyoruz. Bu yaklaşım, toplumsal grupların maruz kaldığı ayrımcılık ve eşitsizliklere dikkat çekmeyi amaçlasa da sınıfsal mücadeleden uzaklaşmaya ve kapitalist sistemin devamlılığına hizmet etme riskini de beraberinde getiriyor maalesef…

Kimlik siyaseti, farklı grupların kendi kimlikleri etrafında örgütlenmesine yol açarak toplumsal bütünlüğü zayıflatabiliyor; ortak sınıfsal çıkarları olan bireylerin etnik veya kültürel farklılıklar nedeniyle bölünmesine neden olabiliyor. Örneğin, işçi sınıfı mensupları arasında etnik veya dini temelli ayrışmalar, ortak sınıf mücadelesinin gücünü törpüleyip, emekçilerin birleşik bir cephe oluşturmasını engelliyor.

Sınıfsal mücadeleden uzaklaşma

Kimlik siyaseti, sınıfsal sömürü ve ekonomik eşitsizlikler gibi temel sorunları geri plana iterek, dikkatleri kimlik temelli meselelere odaklayabilir. Bu ise, kapitalist sistemin yapısal sorunlarının göz ardı edilmesine ve sınıf mücadelesinin zayıflamasına yol açıyor... Tarihsel olarak çok iyi biliyoruz ki kapitalist sistem, kimlik siyasetinin yarattığı bölünmeleri, her daim kendi lehine kullanır. Farklı kimlik grupları arasındaki çatışmalar, emekçilerin iş birliği oluşturmasını önlerken, sermaye sahiplerinin çıkarlarını korumasına yardımcı olur. Ayrıca, kimlik temelli taleplerin sisteme entegre edilmesi, kapitalizmin meşruiyetini artırıp, yapısal değişim taleplerinin önüne geçebilir. Örneğin, büyük şirketlerin belirli kimlik gruplarına yönelik pazarlama stratejileri geliştirmesi, bu grupların tüketici olarak sisteme entegre edilmesini sağlayarak, kapitalist pazarın genişlemesine katkıda bulunur.

Sözün özü; kimlik siyasetinin, toplumsal eşitsizliklere dikkat çekmek açısından önemli bir rol oynasa dahi, sınıfsal mücadeleden uzaklaşma ve kapitalist sistemin devamlılığına hizmet etme riskini taşıdığı unutulmamalıdır. Bu nedenle, toplumsal adalet ve eşitlik mücadelesinde, kimlik temelli taleplerin sınıfsal perspektifle birleştirilmesi ve emekçilerin ortak çıkarları doğrultusunda birleşik bir mücadele yürütülmesi zorunludur.

Dünün Türkiye’sinde biz çocuklar aynı mahalleyi, sokağı, okulu, apartmanı paylaşmakta birleştik ve bir ömür tadında geçirdiğimiz vakitleri, acısıyla tatlısıyla bal eyledik. Ancak ne yazık ki, ilerleyen süreçte ve Türkiye’nin geçirdiği dönemeçlerde, çocukluk masumiyetimizi kaybederken, bizi biz yapan insani değerlerin, kimin ne olduğuna bakmaksızın, adaletli bölüşümden geçtiğini de unuttuk…

Oysa bireylerin kimlik özelliklerinden bağımsız, herkesin eşit haklara sahip olduğu kabul edilirse; sosyoekonomik statüye göre ayrım yapmadan, yoksulluk, gelir eşitsizliği ve eğitim gibi temel alanlarda eşit fırsatlar yaratılırsa; kaynaklar, en çok ihtiyaç duyan gruplara odaklanarak adil bir şekilde dağıtılırsa; eğitim, sağlık, barınma ve iş gibi temel hizmetlere herkesin eşit erişimi sağlanırsa; güçlü sosyal devlet politikaları geliştirilerek, sosyal güvenlik ağı genişletilirse; karar alma süreçlerinde her bireyin eşit bir şekilde söz hakkı olması sağlanırsa ancak o zaman, kimlik siyaseti yapmadan, tüm toplumun refah seviyesini artıracak mekanizmalar oluşturulabilir. Ve inanın böyle bir toplumda, kimliklerimiz değil insan uygarlığını bir ileri aşamaya taşıyacak yeni atılımlar, teknolojik gelişmeler, bilimsel buluşlar, sanat ve kültürün gelişimi konuşulur, tartışılır.

Dünün Türkiye’si ile bugünün Türkiye’sini karşılaştırdığımda da bir kez daha mottomuz çıkıyor karşıma: “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya da hiçbirimiz!”