Denemeler: Görünürlük çağında insan, yine aynı insan

Abone Ol

Dijital teknolojinin insana sunduğu en büyük “fayda”, bir lanet gibi adeta. Çünkü, yalnızca dünyayı küçültüp bilgiye erişimi kolaylaştırmamıştır; aynı zamanda insanın bütün çıplaklığıyla, maskesiz hâliyle görünür olmasını da sağlamıştır. Sosyal medya, kamera, selfi, algoritmik gözetim… Hepsi insan denen canlı türünün zaaflarını, çelişkilerini ve içgüdülerini olanca çıplaklığıyla, sahneye taşımıştır.

Bugün artık, siyasetçisinden din adamına, sanatçısından sıradan yurttaşına kadar, hemen herkes kendi imajını bir “poz” üzerinden kurarken, o pozun ardındaki gerçek yüz giderek daha kolay görünüyor. Fotoğraf makinesinin icadıyla başlayan “kendi suretine hükmetme” arzusu, dijital çağda narsisizmin en rafine hâlini bulurken, bu sahte parıltının ardında, evrimsel bir gerçek yankılanıyor: İnsan varoluşundan beri, hâlâ aynı içgüdülerle hareket eden bir canlıdır!

Dijital çağda sergilenen davranış biçimlerinin çoğu; beğeni bağımlılığı, sanal onay arayışı, toplu linç refleksi, manipülasyona yatkınlık temelde binlerce yıl öncesine uzanan biyolojik kalıpların modern versiyonları sayılmaz mı? Homo sapiens, kabilesinin onayını arayan, dışlanmaktan korkan, gücü simgeleyen nesnelere yönelen bir tür olarak evrimleşmişti. Bugün ise, o kabilenin yerini “takipçiler”, “beğeni sayıları” ve “trend listeleri” aldı diyebiliriz, değil mi?

Bu durum gösteriyor ki insanın psikolojik yapısı, çevresel koşullarla biçim değiştirse de özünde biyolojik köklerinden kopamamaktadır. Bizi yönlendiren dürtüler; güç, güvenlik, cinsellik, aidiyet hâlâ davranışlarımızın arkasındaki motor kuvvet. Dijital dünya sadece bunları daha görünür, daha ölçülebilir kılmıştır.

Modern insan kendisini “özgür bir birey” olarak tanımlar. Ancak sosyal medya algoritmalarına, manipülatif görsel içeriklere, dopamin salınımını tetikleyen dijital ödül sistemlerine bakıldığında, iradenin biyokimyasal sınırları açıkça görünür hâle gelir. İnsan, çoğu zaman özgürce karar verdiğini sanırken, aslında biyolojik yazılımının izin verdiği ölçüde özgürdür. Bu noktada dijital çağın en büyük ironisi ortaya çıkar: İnsan, tarihte hiç olmadığı kadar “özgür iletişim” olanaklarına sahip, ancak kendi biyolojisine mahkûm olduğunu fark etmiyor.

Teknoloji, insana kendi zaaflarını gösteren bir ayna tuttu. Fakat insan, o aynada gördüğü şeyi kabullenmeye henüz hazır değil. Çünkü “maskesiz benlik”, modern kimliğin en büyük korkusu. Fotoğrafın, ekranın ve algoritmanın karşısında insan, her zamankinden daha “görünür” ama aynı zamanda daha “korunmasız” …

Dijital çağın asıl devrimi, bilgiye erişimi kolaylaştırmanın yanı sıra, insan türünün kendini ifşa etmesidir. Ve bu ifşa, insan psikolojisinin, biyolojinin ürünü olduğunu, iradenin ise çevresel koşullara bağımlı olduğunu her zamankinden daha net biçimde göstermektedir. Bunun yanı sır dijital çağın en sarsıcı yanı, insanın sadece sıradan birey olarak değil, iktidar, şöhret ve saygınlık konumundaki figürler olarak da maskelerinden soyunmasıdır. Bu bağlamda teknoloji, kamusal alanı bir tür “hakikat sahnesine” dönüştürdü. Artık herkes görünür; sadece halk değil, “dokunulmaz” sanılan isimler de…

Türkiye’den yansımalar

Türkiye’de dijital medyanın yükselişiyle birlikte otorite figürlerinin ve kültürel ikonların görünmez yanları da görünür hale geldi. Eskiden basının kontrolündeki bir kamusal alan vardı. Gazeteci, siyasetçi ya da sanatçı, hepsi belli bir “temsiliyet” biçimiyle konuşurdu.
Şimdi ise sosyal medya, bu temsiliyetleri filtrelemeden yayına sokuyor.

Bir zamanlar sahnede mütevazı ve toplumcu bir imaj çizen sanatçılar, sosyal medyada kendi hırsları, kibirleri, hatta öfkeleriyle ortaya çıkıyor. Toplumun “sevgi sembolü” olarak gördüğü birçok figür, birkaç tweet’le tüm bir kariyer algısını sarsabiliyor. Bazen de tam tersi oluyor:
Dijital platformlar, gerçek samimiyeti görünür kıldığı için, maskesiz bir insanın değerini de yüceltebiliyor.

Buna karşın siyaset alanında, güç sahiplerinin öfke anları, kibirli tavırları ya da tutarsız açıklamaları, artık anında milyonlarca insanın gözleri önünde. Siyaset, artık stüdyo düzeninde değil, “gerçek zamanlı tepkiler” sahnesinde yürütülüyor. Bir televizyon yayını ya da tweet, yılların itibarıyla kurulmuş bir imajı saniyeler içinde yıkabiliyor.

Dini alan da bu şeffaflıktan payını aldı. Bir zamanlar kutsal, sorgulanmaz sayılan figürlerin söylemleri, videoları, lüks yaşam tarzları ya da maddi ilişkileri anında görünür hale geliyor.
Bu, toplumun gözünde “imanın içtenliği” ile “dinin gösterisi” arasındaki farkı belirginleştirdi.
Belki de ilk kez, halk dini figürleri birer “kültürel aktör” olarak değerlendirmeye başladı.

Kısacası dijital çağ, Türkiye’de gücün, imanın ve popülerliğin çıplak hâlini gösterdi.
Artık kimse tamamen “temsili” olamıyor. Kameralar yalnızca yüzü değil, niyeti de kaydediyor.

Dünyadan örnekler: Küresel maskelerin düşüşü

Dijital çağın “maskesizleştirici” gücü, küresel ölçekte de aynı etkiyi yarattı. Hollywood’dan siyasete, kraliyetlerden teknoloji devlerine kadar her alan, insan zaafının görünür hale geldiği bir aynaya dönüştü.

Hollywood örneği çarpıcıdır: #MeToo hareketi, dijital çağın bir ifşa devrimiydi. Yıllarca korunan güç ağları, sosyal medyada birkaç cesur paylaşımın ardından çözüldü. Harvey Weinstein, Kevin Spacey gibi güçlü figürler, perde arkasındaki zorbalıklarıyla yüzleşmek zorunda kaldı. Teknoloji, sessizliği bozdu ve “kurbanın sesine” küresel bir yankı kazandırdı.
Bu, dijital çağın belki de en olumlu yüzüydü: görünürlük, adalet talebine dönüştü.

Ama aynı dijital dünya, bazen adaletle linç arasındaki sınırı da inceltti. Bir paylaşım, bir anlık hata, bir düşünce, kariyerleri silip süpürebiliyor. İnsanın düşüşü, artık toplumsal bir tören gibi yaşanıyor. Bu, sadece ünlülerin değil, her bireyin yaşadığı bir kırılma: görünürlükle mahremiyet arasındaki o eski sınır yok oldu.

Politika da bundan nasibini aldı. Donald Trump, belki de dijital çağın en “maskesiz” siyasetçisi! Dijital platformları kendi öfkesinin uzantısına çevirdi. Ama bu strateji, aynı zamanda onun en çıplak hâlini de gözler önüne serdi. İktidarın dili, filtrelenmeden milyonlara ulaşırken, dünyanın gördüğü şey artık “politikacı” değil, “insan”: hırslı, tepkisel, savunmacı, öfkeli. Trump hem dijital çağın çocuğu hem de kurbanı…

Benzer biçimde, İngiliz kraliyet ailesi gibi yüzyıllık bir kurum bile artık dijitalin merceğinde yaşıyor. Prens Harry ve MeghanMarkle’ın “mahrem isyanı” bile küresel bir dijital gösteriye dönüştü. Artık monarşi bile mistik bir imaj değil; kamusal bir tartışma konusu.

Ve teknoloji dünyasının tanrıları… Elon Musk, Mark Zuckerberg, Jeff Bezos… Bir zamanlar geleceği yöneten soğukkanlı vizyonerler olarak görülen bu figürler, sosyal medyada paylaştıkları her anekdot, her tartışma ve her çıkışla “insanileşti”, yani hata yapan, öfkelenen, kıskanan, bazen de savunmasız insanlar olarak görünür oldular. Teknoloji devleri bile kendi yarattıkları şeffaflığın mahkûmu oldu.

Dijital çağ, gücü de itibarı da kutsallığı da şeffaflaştırdı. Ama bu şeffaflık, belki de bir arınış.
Çünkü hakikatin yolu, görünürlükten geçiyor. İnsanın kusursuz olmadığı, tam da bu kusurların onu “insan” yaptığı anlaşılıyor.

Bir dönem “tanrısal” görünen liderler, din adamları, sanatçılar ve zenginler şimdi herkesle aynı ışık altında. Belki de tek fark; kimimizin dürüstçe bakması, kimimizin hâlâ poz vermeye çalışması… Ne dersiniz?