21.yüzyılın eşiğinde insanlık, tarihsel paradigmalardan radikal biçimde ayrılan bir düzene adım attı. Bu yeni düzenin adı ne kapitalizmdir ne liberalizm ne de dijitalleşme… Bu düzenin adı “algorihtm-izmdir (Ben buna algorithmizm diyeceğim)”, çünkü artık dünyayı yöneten temel mantık; üretim, iktidar ya da inanç değil, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve yönlendirmedir. Algorithmizm, sadece teknolojik bir sistem değil, varlığın anlamını yeniden tanımlayan ideolojik bir rejimdir. Bu rejimin merkezinde “veri” vardır; yani anlamından arındırılmış, bağlamından koparılmış ve ölçülebilirliğe indirgenmiş insan davranışları.
Bu ideoloji, bireyin özgür iradesini, bilinçli eylemini ve hakikatle kurduğu ilişkisini istatistiksel olasılıklara dönüştürür. Artık birey bir özne değil, bir olasılık nesnesidir. Algorithmizm, insanı çözümleyerek değil, profilleyerek tanır; özgürlüğünü tanımlayarak değil, öngörerek yönetir. Bu nedenle modern çağın iktidarı artık Foucault’nun Biyopolitikası gibi bedeni değil, veri-politikayı yani bilişsel varlığı denetim altına alır. Bu düzenin en çarpıcı özelliği, insanın özgür iradesine dair yanılsamayı koruyarak onu görünmez biçimde yönlendirmesidir. Artık ne düşündüğümüz, neyi beğendiğimiz, neyi satın aldığımız hatta kimi sevdiğimiz bile algoritmaların görünmez elinden geçmektedir. Bu görünmez el, klasik kapitalizmin üretim araçlarına sahip patronlarından farklı olarak, veriyi en değerli sermaye haline getiren dev teknoloji şirketleridir.
Bu yeni düzende üretim araçları değil, bilgi akışının kendisi kontrol altına alınmıştır. Kimdir bu düzenin yöneticileri? Elbette Silikon Vadisi’nden yükselen o dev şirketlerin CEO’ları, yatırım fonları ve küresel teknoloji devleri. Ancak asıl mesele, onların kim olduğundan çok, temel motivasyonlarıdır. Buradaki motivasyon, yalnızca ticari kazanç değildir. Her ticari motivasyon, kendi ideolojik yönelimini de taşır. Çünkü para yalnızca bir araç değil, bir gündem belirleyicisidir. Kim daha fazla öderse onun fikri, onun ürünü, onun ideolojisi görünür olur. Böylece görünürlük, hakikatin yerini alır; hakikat, artık “reklam bütçesi” kadar değerlidir.
Yeni dünya düzeni “algoritmik düzende” üretim araçları artık makine ve iş gücü değil, bilgi ve insan davranışıdır. İnsan emeği, parmak hareketine, tıklamaya, ekranda geçirilen saniyeye, beğenmeye veya paylaşmaya indirgenmiştir. Ve işte tam burada, tarihin en sofistike sömürü düzeni başlar: gönüllü katılım adı altında yürüyen görünmeyen emek sömürüsü. Çünkü, insanları yönlendirmek için zorbalığa ya da propaganda aygıtlarına eskisi kadar gerek yoktur; yeter ki bir algoritmanın içine gömülü bir “öneri” sistemi devreye girsin. O öneri, görünürde masumdur: “Senin için seçtik”, “Bunu da beğenebilirsin”, “Sana uygun olabilir.” Ama bu masum görünen yönlendirme, fark ettirmeden zihinsel bir koloni kurar.
Emeğin yeni sömürü tipi: Görünmeyen emeğin gönüllü sömürüsü
Klasik kapitalizm döneminde emek, fabrika bantlarında, maden ocaklarında, bürolarda sarf edilirdi. Karşılığında ücret alınır, sömürü de somuttu. Geçirdiği birey, sosyal medyada geçirdiği her dakika, yaptığı her arama, yazdığı her yorumla dev şirketlerin veri tabanlarına katkı sağlar. Hiçbir ücret almadan, gönüllü biçimde… Örneğin Instagram’da bir fotoğrafı beğendiğinizde, yalnızca bir estetik tercih bildirmezsiniz; aynı zamanda o davranış, reklam algoritmalarına veri olarak işlenir. Bu veri, bir yapay zekâ modeli tarafından analiz edilir, benzer davranışta bulunan milyonlarca insanla ilişkilendirilir ve reklam verenlere satılır. Böylece siz farkında olmadan, ücret almadan, üretim zincirinin bir halkası haline gelirsiniz. YouTube’da izlediğiniz her video, Netflix’te duraklattığınız sahne, Google’da yaptığınız her arama, hepsi birer mikro veridir. Bu mikro veriler bir araya geldiğinde devasa ekonomik güce dönüşür. Kısacası, artık sermaye üretmek için kas gücüne değil, davranış verinize ihtiyaç vardır. Böylece insan, farkında olmadan bir “veri işçisi” haline gelir.
Algoritmik düzenin köleleri
Algoritmik düzen, insanın arzularını sürekli olarak besler. Reklamlar artık açıkça “sana bunu satıyorum” demez. Onun yerine, sizi “sizin için uygun” olan şeye ikna eder. Amazon’un “senin için seçtik” sistemi, aslında sizin önceden programlanmış davranış profilinizin bir yansımasıdır. Instagram influencerları, bilinçaltınıza yerleşen “ideal yaşam” modellerini pompalar. Böylece tüketim, artık gerçek ihtiyaçtan ya da zaruretten değil, sosyal kabul görme arzusundan doğar. Artık insan, reklamların değil, algoritmik arzuların kölesidir. Aslında o arzular bile artık tam olarak size ait değildir…
Bu bağlamda; algoritmik düzen, klasik kapitalizmin sınıf mücadelesini de görünmez hale getirmiştir. Artık karşımızda ne bir fabrika patronu ne de onu dengeleyecek bir sendika vardır. Çünkü emek, biçim değiştirerek dijital etkileşim kılığına girmiştir. Beğeniler, yorumlar, tıklamalar, izlenme süreleri… Bunlar modern çağın görünmez emek biçimleridir. Üstelik bu emek, farkına varılmadan sunulmaktadır; çünkü birey, “katılım” ve “etkileşim” adı altında sömürüldüğünü bilmeden çalışır.
İşte, sömürünün bu şekilde görünmez hale gelmesi; algoritmik düzenin en tehlikeli yanıdır. İnsan, bir sistem tarafından yönlendirildiğini fark etmediği ya da başında bir patron görmediği için karşı koyma bilinci de edinemez! Klasik kapitalizm, artı-değer üzerinden işleyen bir ekonomik modeldi; emek, üretim sürecinde sömürülürdü. Algorithmizm ise artı-veri üretimi üzerinden işleyen yeni bir sermaye formudur. Birey, sosyal medya platformlarında geçirdiği her saniye, yaptığı her tıklama, yazdığı her kelimeyle sisteme değer üretir. Bu veriler, yapay zekâ modelleri tarafından işlenir, kategorize edilir ve yeniden pazarlanır. Böylece birey, kendi varoluşunun dijital izdüşümü üzerinden sömürülür. Bu sömürü, klasik sömürülerden farklı olarak görünmez, gönüllü ve haz vericidir. Byung-Chul Han’ın ifadesiyle, insan artık “performans öznesidir”. Bu yeni tahakküm biçimi, Marx’ın öngördüğü sınıf çatışmasını geçersiz kılar: çünkü burada ne işçi vardır ne patron; yalnızca sisteme entegre edilmiş kullanıcılar vardır.
Algoritmik manipülasyon: Seçim gibi görünen yönlendirme
Algoritmik düzenin en tehlikeli yanlarından biri de bireye “seçtiğini zannetme” özgürlüğü sunmasıdır. Netflix’te size önerilen filmler, Spotify’de dinlediğiniz müzikler, Tik Tok’ta karşınıza çıkan videolar, hatta Google arama sonuçları bile tarafsız değildir. Her biri, sizin geçmiş davranışlarınıza, coğrafyanıza, cinsiyetinize, yaşınıza ve hatta ruh halinize göre sistem tarafından seçilmiştir. Yani siz seçmezsiniz, sizin yerinize seçilir. Böylece düşünme, sorgulama, arama eylemi ortadan kalkar. İnsan, yalnızca “kendisine gösterileni görür.
Bu durum, bilinçli bir yönlendirme mekanizması yaratır. Kullanıcılar, “rastgele” gördüklerini sandıkları içeriklerle psikolojik olarak yönlendirilirler.
Algoritmik düzenin ontolojisi
Jean Baudrillard’ın sözünü ettiği “simülasyon evreni”, bugün tam anlamıyla ete kemiğe bürünmüştür. Gerçeğin yerini temsiller, temsillerin yerini de algoritmalar almıştır. Artık bir olgunun varlığı değil, görünürlüğü önemlidir. “Beğenilmek” var olmaktan daha değerlidir. Böyle bir dünyada insanın yaratıcı gücü de törpülenir; çünkü algoritmalar, bireyi sürekli öngörülebilir kalıplara iter. Böylece insan, kendi düşüncesinin bile sahibini unutur hale gelir. Artık insan, kendi düşlerini bile “trendlere” göre kurar. Hayaller bile programlanabilir hale gelir. Bu anlamda algoritmik düzen, yalnızca teknolojik bir sistem değil, aynı zamanda ontolojik bir dönüşümdür. Bu düzende insan, artık özne değil nesnedir. Düşünen değil, düşünülendir. Seçen değil, seçilendir. Görünürde özgür, gerçekte yönlendirilendir. Bu yüzden bu yeni çağın adı Dijital Çağ değil belki de “Algoritmik Çağ” olmalıdır. Çünkü artık dünyayı yöneten ideoloji kapitalizm, liberalizm, sosyalizm gibi klasik “-izmler” değil, “Algorithmizmdir”.
Klasik felsefe, insanı evrenin merkezine yerleştirmişti. Ancak algoritmik çağda bu önerme epey dönüşmüştür: “Hesaplanabiliyorum, öyleyse varım.” İnsan artık kendi bilinciyle değil, sistemin ölçüm kapasitesiyle tanımlanıyor. Bir insanın değeri, dijital evrende bıraktığı izlerin hacmiyle ölçülüyor. Algoritmik ontoloji, insanı anlam arayan bir varlık olmaktan çıkarıp, veri üreten bir nesneye dönüştürür. Bu dönüşüm, “dijital panoptikonun da” temelini oluşturur.
Foucault’nun hapishane modeli, algoritmik çağda biçim değiştirerek bir “kendini gönüllü izletme” kültürüne evrilmiştir. İnsan gözetlendiğini bilir ama bundan rahatsız olmaz; çünkü izlenmek, var olduğunu hissetmenin yeni biçimidir.
Algorithmizm, gücünü zorlama veya yasa koymadan değil, görünürlük arzusundan alır.
Bu rejimde birey, görünür olabildiği sürece var hisseder. Görülmemek, artık yoklukla eşdeğerdir. Dolayısıyla algoritmik iktidar, baskı kurmaz, aksine haz üretir. Bu nedenle insanlar bu düzene itaat etmez, ona gönüllü olarak bağlanır. Instagram, Tik Tok, YouTube gibi platformlar yalnızca eğlence değil, ontolojik sahnelerdir: İnsan, orada var olur, orada tanınır, orada yok olur. Bu durum, Debord’un Gösteri Toplumu’nun dijital evresidir: Gerçek, temsiline yenilmiştir. Hakikat, algoritmanın optimize ettiği bir görünürlük performansına indirgenmiştir.
Algoritmik düzenin insanı
Algoritmik düzenin insanı, kendi tercihlerini değil, kendisine sunulan seçenekleri seçer. Kendi arzularını değil, sistemin ürettiği arzuları yaşar. Bu nedenle algoritmik çağın bireyi, Heidegger’in Dasein’ının (orada-olma) tam zıddıdır: Kendi varlığını kendi iradesiyle kurmaz, sistemin gösterdiği biçimde orada olur. Varlık, algoritmik süreçlerin bir yan ürünü haline gelir.
Algorithmizm: Yeni bir uygarlık biçimi mi?
Bu yeni düzende, karşımızda yeni bir uygarlık paradigması vardır. Algorithmizm, insanın hem dış dünyayla hem de kendi bilinciyle kurduğu ilişkiyi yeniden biçimlendirir. Bu düzen, üretimin değil, simülasyonun düzenidir; gerçeğin değil, olasılığın ontolojisidir. Bu nedenle algorithmizm yalnızca ekonomik bir model değil, aynı zamanda metafizik bir dönüşümdür: İnsan artık Tanrı’nın değil, veri sistemlerinin suretinde yeniden yaratılmaktadır. Bu yeni insanda ne sınıf bilinci kalır ne hakikat bilinci ne de özgürlük bilinci. Geriye kalan tek şey, ölçülmeye, yönlendirilmeye ve görünür olmaya duyulan bitmeyen arzudur.
Algorithmizm: Yeni paradigma
Algorithmizm, yalnızca teknolojik bir yöntem değil, yeni bir ideolojidir demiştik; tıpkı liberalizmin “bireysel özgürlük”, sosyalizmin “emek adaleti” kavramlarına dayandığı gibi, algorithmizm de kendi temel inançlarına sahiptir. Bu ideolojinin üç temel ilkesi vardır: Öngörülebilirlik: İnsan davranışı, yeterli veriyle tamamen tahmin edilebilir kabul edilir.
Böylece birey, karmaşık bir özne değil, ölçülebilir bir nesnedir. Etkileşim Kültü: Düşünmenin yerini “katılım” alır. Önemli olan bir fikrin derinliği değil, kaç kişinin onu beğendiğidir.
Nicelik, nitelik üzerinde mutlak hâkimiyet kurar. Duygu Ekonomisi: Algoritmik sistemler, insanın en zayıf noktası olan duygularını sürekli tetikler. Öfke, korku, merak ve onaylanma arzusu, bunların tümü tıklanma getirir. Tıklanma da gelir demektir. Böylece duygu, sermayenin yeni biçimi olur. Bu üç ilke, insanı hem bilişsel hem varoluşsal düzeyde dönüştürür. İnsan artık kendi deneyimini değil, algoritmanın tasarladığı deneyimi yaşar.
Bu haliyle algoritmik düzen, insanlık tarihindeki en sinsi tahakküm biçimidir. Burada iktidar, gözle görülmez; görünmezliğiyle meşruluk kazanır. Eskiden sömürüyü fark edenler isyan ederdi. Şimdi kimse fark etmiyor, çünkü herkes eğleniyor, meşgul, bağlı ve “özgür” hissediyor. Bu düzenin en büyük başarısı, insanın kendine yabancılaşmasını bir konfor alanına dönüştürmesidir. Hakikatin yerine gösterilen simülasyon o kadar parlak, o kadar cazip ki, kimse artık gerçeği aramak istemiyor.
İnsan mı algoritmayı biçimlendirir, yoksa algoritma mı insanı?
Bu sorunun cevabı, dijital çağın en büyük felsefi tartışmasıdır. Çünkü artık insanlık, kendi yarattığı sistemin içinde yaratıcı rolünü yitirmiştir. Bir zamanlar insan makinayı kullanırdı, şimdi makine insanı biçimlendiriyor. Ve belki de tarih boyunca hiçbir düzen, bireyin ruhunu bu kadar sessiz, bu kadar derin ve bu kadar gönüllü biçimde sömürmedi…