Hakikat ve algı arasındaki çatlak: Algının simülasyonu
Modern birey, bir çelişkinin içinde yaşıyor: Bir yanda kendi gerçekliği, diğer yanda dijital dünyanın ona sunduğu “kurmaca gerçeklik.” İkisi arasındaki uçurum büyüdükçe, birey “kendine yabancı” hale geliyor. Bir genç, sosyal medyada kusursuz bir hayat imajı üretirken kendi eksiklikleriyle baş edemez hale geliyor. Bir yurttaş, ekranda sürekli “başarılı ülke” görüntüleri izlerken kendi yoksulluğuna körleşiyor. Bir toplum, sahte bir “birlik duygusu” içinde dağılmanın eşiğine geliyor. Böylece birey, gerçeği değil, algının simülasyonunu yaşıyor…
“Algının simülasyonu” derken kastedilen; gerçek bir olgunun ya da olayın, insan zihninde gerçeğin yerini alan bir temsil üzerinden algılanmasıdır. Kavramın bileşenlerini açarsak: Algı; duyularımız ve zihnimiz aracılığıyla dış dünyayı kavrama biçimimizdir. Simülasyon, gerçeğin bir kopyasının, yapay bir modelinin oluşturulmasıdır. Algının simülasyonu; gerçek bir olayın kendisini değil, onun medya, teknoloji veya kültür aracılığıyla üretilmiş bir görsel veya zihinsel kopyasını algılamaktır. Yani biz artık “olanı” değil, gösterileni algılarız.
Fransız düşünür Jean Baudrillard, bu fikri en güçlü biçimde şöyle anlatır: “Artık bir şeyin kendisini değil, onun simülasyonunu deneyimliyoruz.” (Simülakrlar ve Simülasyon, 1981). Örneğin: Televizyonda gördüğümüz savaş görüntüsü, savaşın kendisi değil, onun temsilidir. Yani biz ekranda izlediğimiz savaşın temsilini, kendi zihinsel kodlarımıza göre nasıl algılıyorsak, savaş bizim için o demektir. Başka bir örnek verecek olursak; sosyal medyada gördüğümüz mutluluklar, gerçek duygular değil, o duyguların sahte yansımalarıdır. Bu durumda biz, mutluluk denilince, bize sunulan imajların bizde bıraktığı etkinin, mutluluk sayılması gerektiği gibi bir yanılgıyla baş başa bırakılırız… İşte buna “algının simülasyonu” denir.
“Algının simülasyonu” insanın hakikatle bağını koparan bir durumdur. Gerçeği değil, gerçeğin yerine geçen imajları deneyimlemeye başladığımızda hakikat; yerini gösteriye, bilgi ise gösterim ekonomisine bırakır. Baudrillard bu durumu “hipergerçeklik” olarak tanımlar: “Artık hiçbir şey gerçek değildir ama her şey gerçek gibi görünür.”
Algının simülasyonu, insanın gerçeği doğrudan değil, teknoloji ve gösterge sistemleri aracılığıyla, yani “sahte bir hakikat perdesi” üzerinden algılaması olması itibariyle; çağımızın en temel varoluşsal krizlerinden biridir: Kişi, artık gerçeği değil, gerçeğin taklidini algılayan, dolayısıyla, yaşadığı topluma ve kendine gittikçe yabancılaşan, bunun yarattığı anksiyete sorunları yaşayan ve anlam yitimine uğrayan bir hayatın içinde debelenen, bu anlamda; yarı robotik bir insan türünün evrimsel başlangıcındadır artık…
Bilişsel robotlaşma çağı
İnsan beyninin biyolojik evrimi, milyonlarca yıl boyunca doğanın ve çevresel gerçekliklerin belirlediği bir süreçtir. Bu evrim, yalnızca fiziksel bir gelişim ya da değişim değil; düşünme, hayal kurma, sorgulama ve anlam üretme yetilerinin de dönüştüğü bir süreçtir. Ancak bugün, insan zihni biyolojik evrim çizgisinden saparak yapay uyaranların ve algoritmik yönlendirmelerin denetimine girmektedir. Bu dönüşüm, insanı; doğadan koparan, bilincini dış dünyanın değil, dijital dünyanın kurallarına göre şekillendiren yeni bir çağın eşiğine getirmiştir: Bilişsel robotlaşma çağı!
İnsanın evrimsel yolculuğu, beynin doğayla kurduğu ilişkiyle biçimlendi. İlk insan türlerinde çevreyle temas, avlanmak, barınmak, hayatta kalmak beynin nöronal ağlarını sürekli uyararak öğrenmeyi ve problem çözme becerisini geliştirdi. Taşın sertliği, ateşin sıcaklığı, gökten düşen yıldırımlar… Tüm bunlar beynin gerçek uyaranlarla beslenmesini sağladı. Böylece insan, çevresini gözlemleyerek düşünmeyi, düşünerek üretmeyi, üretirken nesnel gerçeklere uygun düşen refleksler ve anlamlar oluşturmayı; insanın en temel yaşamsal ihtiyaçlarının yönlendirdiği doğrultuda öğrendi. Bu süreçte doğal uyaranlarla etkileşim, bilincin temel yapıtaşıydı.
Bugün ise tablo tersine dönmüştür. Teknoloji ağırlıklı modern toplumlarda insanın çevresi artık doğa değil, yapay ihtiyaçların üretildiği dijital ortamdır. Bu ortamın uyarıcıları da yine yapaydır. Beyin artık dokunarak, gözlemleyerek ya da sezerek, insanın yaşamsal ihtiyaçlarına yönelik değil; görsel, işitsel ve algoritmik olarak yapay bir şekilde oluşturulan, örneğin imaj ya da ses efekti gibi yapay uyaranlarla çalışmaya yönlendirilmektedir. Bu durum, nörobilim açısından köklü bir değişimi temsil eder. Çünkü beynin plastisite özelliği, yani kendini sürekli yeniden yapılandırma gücü, aldığı uyaranların niteliğine bağlıdır.
Bu durumu biraz açımlarsak: Beynin plastisite özelliği, beynin kendini değiştirme, yeniden düzenleme ve uyarlama yeteneği anlamına gelir. Yani beyin, yaşam boyunca yaşanan deneyimlere, öğrenmelere, çevresel etkilere ve hatta travmalara bağlı olarak yapısal ve işlevsel olarak değişebilir. Beynin plastisitesi genel olarak iki ana biçimde incelenir: Yapısal plastisite: Yeni sinaptik bağlantıların oluşması, mevcut bağlantıların yeniden düzenlenmesi veya gereksiz bağlantıların budanması. Bu, fiziksel anlamda beynin “yeniden yapılanmasıdır.” İşlevsel plastisite: Beyindeki bir bölgenin hasar gördüğünde, başka bir bölgenin onun görevini devralabilmesi. Örneğin felç sonrası konuşma yetisi bir miktar başka bölgelere aktarılabilir, yani zamanla, konuşma bölgesine yakın bölgeler, o kaybolan işlevin bir kısmını devralabilir.
Bu bilgiler ışığında; her öğrenme deneyimi beynin yapısını değiştirir. Örneğin bir müzik aleti çalmayı öğrenen birinin motor korteksinde yeni sinaptik bağlantılar oluşur; aynı şekilde yeni bir dil öğrenen birinin beyninde kelime işlemeyle ilgili bölgelerde yapısal değişimler gözlenir. Plastisite sayesinde beyin, dijital dünyanın sunduğu yapay uyaranlara da uyum sağlar ama bu her zaman olumlu bir uyum değildir. Sürekli kısa süreli dikkat gerektiren uyaranlarla (örneğin sosyal medya, hızlı görüntü akışları, bildirimler) uyarılan beyin, derin düşünme ve uzun süreli odaklanma yollarını zayıflatabilir.
Yani plastisite bir avantaj olduğu kadar tehlikedir de. Nicholas Carr’ın “Sığlık” kitabında da vurguladığı gibi, internet beynimizi dönüştürüyor çünkü beynin kendisi dönüşmeye yatkın. Ancak bu dönüşüm, dikkatimizi dağıtan bir yöne evrildiğinde, plastisite geriye evrim anlamına da gelebiliyor. Beynin plastisitesi, insan türünün en büyük avantajlarından biridir, çünkü öğrenmeyi, uyumu ve iyileşmeyi mümkün kılar. Ama aynı zamanda tehlikelidir; yanlış uyaranlarla, aşırı dijital uyarılmayla ve derin düşünmeden yoksun bir yaşam biçimiyle, zihin kendi potansiyelini daraltabilir, zihinsel süreçler köklü bir değişime uğrayabilir…
İşte konunun bam teli tam da buradadır: Çünkü insanın zihinsel süreçleri, yalnızca düşünme, algılama, kavrama ya da analiz etme yeteneğinden ibaret değildir. Zihin, dış dünyadan gelen verileri duyular aracılığıyla alır, bunları bellekte işler, anlamlandırır, duygularla harmanlar ve sonunda bir davranışa dönüştürür. Bu nedenle zihinsel süreçler, insan varoluşunun hem bilişsel hem de duygusal katmanlarını kapsayan geniş bir alanı oluşturur.
Zihinsel süreçler içinde düşünme, algı, dikkat, hafıza, öğrenme, karar verme, problem çözme ve yaratıcılık gibi bilişsel işlevler kadar; duygulanım, motivasyon, empati ve duygusal düzenleme gibi duygusal boyutlar da yer alır. Zihin yalnızca bilgi işleyen bir mekanizma değil, aynı zamanda hisseden, sezen, imgeleyen ve kendini gözlemleyebilen bir bütündür. Meta bilişsel süreçler dediğimiz öz farkındalık, kendini izleme ve kendini düzenleme yetileri; bireyin düşünme biçimini denetlemesini, hatta onu yeniden şekillendirmesini sağlar. Bunun yanında sezgi, imgelem, bilinç ve farkındalık düzeyleri, insanın hem kendisiyle hem de dış dünyayla kurduğu ilişkinin derinliğini belirler.
Ancak bu çok katmanlı zihinsel evren, dış uyaranların niteliğiyle doğrudan ilişkilidir. Zihin, nasıl ki doğal uyaranlarla şekillenirse doğallığını korur, yapay uyaranlarla sürekli karşılaştığında da giderek bu yapaylığın kalıplarına göre biçimlenir. İşte burada modern çağın en kritik olgusu devreye girer; dijital uyaranların zihinsel süreçleri dönüştürmesi.
Bugün beynimiz, ekran ışıkları, hızlı içerik geçişleri, sürekli bildirimlerle dolu kısa dikkat döngüleriyle şekillenmektedir. Stanford Üniversitesi’nden Clifford Nass’ın yaptığı araştırmalar, çoklu ekran kullanan kişilerin derin odaklanma ve bilgi filtreleme becerilerinin zayıfladığını göstermiştir. Nicholas Carr, “Sığlık: İnternet aklımızı nasıl değiştiriyor?” adlı kitabında, dijital ortamın beynin sinaptik yapısını değiştirerek derin düşünme kapasitesini azalttığını ileri sürer. Carr’a göre internet çağında “bilinç yüzeyde kalıyor”, zihin artık derinleşemiyor.
Nöro plastisite, yani beynin kendini yeniden örgütleme yetisi, insana uyum becerisi kazandırıyor, ancak, aynı özellik, insanı programlanabilir de kılar. Beyin, hangi tür uyarıya maruz kalırsa, o uyarının niteliğine göre bağlantılarını yeniden biçimlendirir. Doğal dünyadaki değişkenlik, beynin esnekliğini beslerken; yapay dünyanın sabitliği, onu tekdüze hale getirir. Yapay uyaranların en belirgin özelliği, dopamin üretimini doğrudan tetiklemeleridir. Bu, öğrenme yerine ödül odaklı bir bilinç üretir. Zamanla beyin, anlamı değil, hazzı arar; hakikati değil, uyarılmayı ister. Gerçeklik, dopamin akışının sürdüğü sürece anlamlı hale gelir. Yani insan, “var olmak” için değil, “uyarılmak” için yaşamaya başlar.
Dijital çağın en güçlü ve dikkat ile düşünceyi yönlendirme mekanizması olan algoritmalar, insanın neyi izleyeceğini, neyi düşüneceğini, hangi fikre tepki vereceğini belirleyen görünmez akıl düzenleyicileridir. Bu nedenle artık birey, düşüncelerini kendi deneyimlerinden değil, algoritmaların sunduğu çerçeveler içinden üretmektedir. Bir başka deyişle, beyin zihinsel olarak mekanikleşmektedir, daha doğrusu insan beyni böyle bir evrimsel sürece girmiştir.
Bu dönüşümün kültürel izdüşümünü, özellikle Amerikan toplumunda açıkça görebiliriz. Uzun yıllardır çok kurallı, denetimli, prosedürlerle örülmüş bir toplumsal yapıda yaşayan bireyler, derin düşünmeyi değil, ezberlenmiş yanıtlar vermeyi öğrenmiştir. Eğitim sistemi, özgür düşünceyi değil, belirli kalıplar içinde doğru cevabı bulma becerisini ödüllendirir. Bu nedenle teknik bir konuda ya da bürokratik bir işlemde, önceden belirlenmemiş bir probleme çözüm üretmekte zorlanırlar. Çünkü zihinsel haritaları, öngörülmeyen olasılıklara açık değildir.
Bu durum, yalnızca Amerika’ya özgü değildir; diğer Batı toplumlarında da görülür. Dijital dünya da tıpkı bu toplumlardaki gibi, algoritmik düzeniyle aynı zihinsel formu küreselleştirmektedir. Artık bireyler yalnızca belli düşünce yollarında dolaşabiliyor; sistemin izin verdiği ölçüde düşünüyorlar. Algoritmalar, tıpkı bürokratik prosedürler gibi, düşüncenin sınırlarını çiziyor. Böylece bilinç, öğrenen değil, tekrarlayan bir yapıya dönüşerek, karmaşık ve özgür düşünme yetisini kaybediyor, çünkü; sorgulama kapasitesi köreliyor, özgür düşünce otomatik tepki refleksine indirgeniyor… İşte bu, modern çağın en sinsi zihinsel dönüşümüdür: Özgürlük, görünürde artarken, düşüncenin beslenebileceği hareket alanı ya da doğal kaynakları daralıyor.
Yapay uyaranların şekillendirdiği zihnin gerçeklikle bağı, artık doğrudan değil, simülasyon aracılığıyla kurulur. Bir görüntü veya bir video, bunlar gerçekliğin yerini alır. Beyin, doğrudan deneyimi değil, dijital bir imgeyi işler ve reflekslerini bu imitasyona göre geliştirir. Teknolojik uyaranlar, yalnızca duyuları değil, düşünme biçimini de yeniden kodlar. İnsan artık nedensellik kurmak yerine, veri akışı içinde “doğru seçeneği” bulmaya alışır. Bu da zihinsel özerkliğin çöküşüdür. Özgür düşünce, algoritmik akış içinde eski etkin işlevini yitirir.
Ayrıca, yapay uyaranlara koşullanmış bir beyin ister istemez, belirsizliği bir tehdit olarak algılar. Doğal uyaranlar belirsizdir; bu belirsizlik, hayal gücünü ve kavrayışı besler. Oysa yapay sistemlerde her şey ölçülüdür, sonuç önceden belirlenmiştir. Böyle bir ortamda yetişen zihin, belirsizliği düşünemez hale gelir. Bu felsefi olarak, gerçekliğin kaybıdır. Böylece insan, dışsal bir sistemin uzantısına dönüşür, düşünen bir varlık değil, programlanabilir bir arayüz haline gelir ki bu; robotlaşmanın bilişsel biçimidir.
Bu nöro bilimsel bulgular, aslında Martin Heidegger’in 20. yüzyıl ortasında yaptığı bir uyarıyı hatırlatır. Heidegger, Tekniğe İlişkin Soru adlı metninde, teknolojinin yalnızca araçsal değil, aynı zamanda varoluşu şekillendiren bir “düşünme tarzı” olduğunu söyler. Ona göre insan, teknolojiyi kullandığını sanırken aslında onun düşünme biçimi tarafından biçimlendirilmektedir. Bugün dijital teknoloji, tam da bunu yapmaktadır.
Aynı şekilde Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu adlı eserlerinde, dijital çağın bireyi “öz-disiplinli bir performans makinesine” dönüştürdüğünü belirtir. Han’a göre birey, artık dış baskıyla değil, kendi içsel zorlamasıyla üretir; bu da insanın zihinsel süreçlerinde kendine yabancılaşma ve bilişsel tükenme doğurur.
Bugün dijital dünya, bireyin çevresiyle ve kendi bilinciyle kurduğu ilişkiyi kökten değiştirmiştir. Sürekli bildirimlerle, algoritmik yönlendirmelerle, ekran ışığıyla, kısa süreli dikkat döngüleriyle beslenen bir beyin; artık uzun süreli düşünme, derinlemesine kavrama ya da soyutlama yetilerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu durum yalnızca düşünme biçimini değil, duygulanım ve algı biçimlerini de dönüştürmektedir. Çünkü zihinsel süreçlerin kapsadığı tüm bu fonksiyonlar birbirine bağlıdır: biri zayıfladığında diğeri de bundan etkilenir.
Dolayısıyla, yapay dijital uyaranların zihinsel süreçleri dönüştürmesi hiç de azımsanacak bir gelişme değildir. Aksine, dijital çağın, bireyi bir varoluşsal krize hazırladığı zemin bakımından son derece önemlidir. Çünkü insan zihni yalnızca evrimsel olarak ileriye değil, geriye doğru da evrilebildiğine göre; zihinsel süreçlerin karmaşıklığı, yanlış uyaranlar altında sadeleşebilir, daralabilir, hatta körelmeye başlayabilir. Dijital teknoloji, tam da böyle bir risk barındırmaktadır: insanın bilişsel işlevlerini adım adım mekanikleştirme, onu kendi düşünme sürecinden uzaklaştırarak bilişsel robotlaşmaya sürükleme!
Bu bilişsel gerileme, dışarıdan bakıldığında üretkenlik ve hız gibi pozitif göstergelerle maskelenebilir; ancak özünde insanın zihinsel özerkliğini, düşünsel derinliğini ve duygusal bütünlüğünü tehdit eder. Zihnin duygudan, sezgiden ve farkındalıktan koparıldığı bir çağda, insanın kendisiyle kurduğu anlam ilişkisi zayıflar. Bu da modern çağın görünmez ama en derin çıkmazlarından birini oluşturur: dijital çağda bireyin bilişsel robotlaşma süreci ya da insanın evrimsel robotlaşması!