Denemeler: 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken, en büyük buluşlar ne oldu?

Abone Ol

21. yüzyılın ilk çeyreği kapanırken, insanlık tarihinin belki de en tuhaf eşiğinde duruyoruz. Bir yandan hastalıkları genlerinden silmeye, makineleri konuşturmaya, enerjiyi güneşten depolamaya başladık; öte yandan yoksulluk, savaş, eşitsizlik ve otoriterlik neredeyse aynı hızla derinleşti.
Bu çelişki tesadüf değil. Çünkü çağımızın büyük icatları, yalnızca teknolojik değil; aynı zamanda ahlaki ve siyasal sonuçlar üretiyor. Bugün “buluş” dediğimiz şey, artık sadece bir makine ya da yöntem değil; insanın kendisiyle kurduğu ilişkiyi dönüştüren bir kırılma noktasıdır.

Yapay zekâ

Yapay zekâ, özellikle üretken biçimleriyle, 21. yüzyılın en sarsıcı icadı olarak tarih kitaplarına girmeye aday. Makineler artık sadece hesaplamıyor; yazıyor, yorumluyor, öneriyor, hatta karar süreçlerine katılıyor. Bu, teknolojik bir ilerlemeden çok daha fazlasıdır; bilginin üretim ve dolaşım biçimi kökten değişmiştir. Bilgiye erişim hiç bu kadar kolay olmamıştı; fakat ironik biçimde hakikate ulaşmak da aynı derecede çetrefilleşti…

Yapay zekâ, özgürleştirici olduğu kadar, insanı edilgen kılan yeni bir vesayet biçimini de içinde taşıyor. Somut örnekler artık tartışma götürmez düzeydedir. Büyük dil modelleri, hukuk metinlerinden akademik makalelere kadar karmaşık içerikleri üretebilmektedir. Bu durum, eğitimi ve bilgiye erişimi demokratikleştirme potansiyeli taşırken, aynı zamanda algoritmik bir iktidar sorununu da gündeme getirmektedir: Kimin neyi okuyacağına, neyi göreceğine artık görünmez sistemler karar vermektedir.

Genetik mühendislik

Gen düzenleme teknolojileri, insanlığın tarihte ilk kez kendi biyolojik yapısına bilinçli biçimde müdahale edebilmesini mümkün kıldı. Bu, doğayla mücadele etmekten çok daha ileri bir aşamayı temsil ediyor: İnsan artık hastalıklarla savaşmıyor, hastalığın kaynağını ortadan kaldırmaya yöneliyor.Kalıtsal hastalıkların önlenmesi elbette büyük bir umut. Ancak bu umut, beraberinde rahatsız edici bir soruyu da getiriyor; bu imkân herkese mi sunulacak, yoksa yalnızca ekonomik gücü olanların erişebildiği bir ayrıcalık mı olacak?

Eğer insan bedeni de piyasa kurallarına teslim edilirse, toplumsal eşitsizlikler yeni bir boyut kazanabilir. Gelecekte insanlar arasındaki farklar yalnızca eğitimle, gelirle ya da fırsatlarla değil; doğuştan gelen biyolojik özelliklerle belirlenebilir. Böyle bir dünyada eşitlik, evrensel bir hak olmaktan çıkar; genetik olarak “daha iyi” olabilenlerin sahip olduğu bir ayrıcalığa dönüşür.

mRNA

Pandemiyle birlikte hayatımıza giren mRNA teknolojisi, aslında 21. yüzyıl tıbbının yönünü açıkça ilan etti: hızlı, hedefli ve kişiye özel. Bu teknoloji, hastalıkları tedavi etmekten çok önlemeye odaklanan yeni bir sağlık anlayışının kapısını aralıyor.

Ancak burada da tanıdık bir sorunla karşı karşıyayız: Bilim ilerliyor, ama bu ilerlemenin meyveleri küresel ölçekte adil biçimde paylaşılmıyor. Aşıya ulaşamayan ülkeler varken, biyoteknolojik ilerlemeden söz etmek ne kadar anlamlı?

Enerji devrimi

Güneş ve rüzgâr enerjisi, insanlığı fosil yakıt bağımlılığından kurtarabilecek gerçekçi bir alternatif sundu; güneş ve rüzgâr enerjisi, 2010’lardan itibaren fosil yakıtların önüne geçecek kadar ucuzladı. Batarya teknolojilerindeki ilerleme, enerjinin depolanabilir hale gelmesini sağladı. Bu, teorik olarak enerji üzerindeki merkezi devlet ve şirket kontrolünü zayıflatabilir.

Ama pratikte soru şu; enerji demokratikleşecek mi, yoksa bu kez de “yeşil tekeller” mi doğacak? Tarih bize şunu öğretti: Kaynak değişir, iktidar çoğu zaman biçim değiştirir ama kendini kolay kolay terk etmez.

Kuantum ve beyin–bilgisayar arayüzleri

21. yüzyılın belki de en sarsıcı buluşları, insanın zihinsel ve bedensel sınırlarını hedef alanlardır. Kuantum bilgisayarlar, klasik bilgisayarların binlerce yılda çözemeyeceği problemleri çözme potansiyeli taşımaktadır. Bu teknoloji henüz erken aşamada olsa da şifreleme sistemlerinden ilaç tasarımına kadar birçok alanı kökten değiştirme gücüne sahiptir.

Daha somut ve çarpıcı olan ise beyin–bilgisayar arayüzleridir. BrainGate projesi kapsamında, 2004’ten itibaren felçli hastalar yalnızca düşünerek bilgisayarda yazı yazabilmiş, imleç hareket ettirebilmiş ve robot kolları kontrol edebilmiştir (Brown University, Nature, 2012; 2021). 2024 yılında ise Neuralink ilk kez bir insan beynine çip yerleştirerek düşünceyle bilgisayar kullanımını mümkün kılmıştır.

Buradaki buluş şudur; insan düşüncesi, ilk kez bedenden ve dilden bağımsız olarak, teknik olarak okunabilir ve makineye aktarılabilir hale gelmiştir. İnsan nedir?” sorusu artık soyut bir tartışma değil; mühendislik kararlarıyla şekillenen bir meseleye dönüşmüştür.

21. yüzyılın ilk çeyreği, insanlık tarihine, yalnızca büyük teknolojik atılımların dönemi olarak değil, insanın kendisiyle arasındaki mesafenin hızla açıldığı bir eşik olarak geçecektir. Bu dönemde insan, doğayı dönüştürme kudretini aşarak kendi bedenine, zihnine ve hatta bilincine müdahale edebilecek araçlar geliştirdi. Ne var ki bu kudret artışı, aynı ölçüde bir yön duygusu üretmedi.

Yapay zekâdan genetik müdahalelere, kuantum hesaplamadan beyin–bilgisayar arayüzlerine uzanan bu icatlar, insanın bu buluşları neden ve kimin adına yaptığı sorusunu belirsizleştirdi. Teknolojik akıl, kendi iç tutarlığı içinde ilerlerken, etik ve siyasal akıl aynı hızda eşlik edemedi. Ortaya çıkan boşluk, ilerlemenin kendisini değil, ilerlemenin anlamını sorunlu hale getirdi.

Bugün karşı karşıya olduğumuz risk, makinelerin insanı geçmesi değil; insanın, kendi icatlarının ardındaki iradeyi ve sorumluluğu kaybetmesidir. Eşitsizlik, gözetim ve biyolojik ayrıcalık ihtimalleri, teknolojinin “yan etkileri” değil, denetimsiz bırakıldığında kaçınılmazsonuçlarıdır. Bu nedenle mesele, teknolojiyi durdurmak ya da yüceltmek değil; onu hangi toplumsal ve ahlaki çerçeve içinde konumlandıracağımızdır.

Belki de çağımızın asıl meselesi şudur; insan, kendi yarattığı güç karşısında hâlâ özne kalabilecek midir, yoksa aklını dışsallaştırdığı makinelerin nesnesine mi dönüşecektir? Bu soruya verilecek yanıt, insanı merkeze alan, eşitliği ve özgürlüğü teknik ilerlemenin ön koşulu sayan düşünsel cesarette yatmaktadır…