Uzun bir aradan sonra yeniden kalemime sarılırken, belki de en temel meseleyi tartışmak gerekiyor: Türkiye’de demokrasi yalnızca siyasal iktidarların yönelimleriyle değil, toplumun kendi iç yapısıyla da sınanıyor. Ve bu sınavda bana göre en zayıf halkamız, ortak bir demokrasi kültürünü geliştirememiş olmamızdır.
Demokrasi bir “alışkanlıklar rejimidir”
Alexis de Tocqueville, demokrasiyi sadece kurumların değil, aynı zamanda alışkanlıkların, davranış biçimlerinin ve zihniyetin rejimi olarak tanımlar. Bizde ise demokrasi, çoğunlukla sandık günüyle sınırlı bir teknik işleyiş olarak görülüyor. Oysa özgür basın, bağımsız yargı, örgütlenme hakkı ve bireysel özgürlükler günlük yaşamın sıradan parçaları haline gelmedikçe, demokrasi köksüz kalmaya mahkûmdur.
Hak taleplerinin zayıflığı
Türkiye toplumunun geniş kesimlerinde evrensel hak ve özgürlüklerle kesişen güçlü taleplerin yokluğu dikkat çekici. Adalet, özgürlük ya da eşitlik çoğu zaman soyut idealler gibi algılanıyor; yerine “istikrar”, “güvenlik” ya da “geçim” kaygıları öne çıkıyor. Bu tercih, aslında bireysel hayatı korumak adına kolektif özgürlükten vazgeçmek anlamına geliyor. Fakat tarih gösteriyor ki, özgürlükten vazgeçilen yerde istikrar da uzun ömürlü olmuyor.
Tarihten dersler
Weimar Cumhuriyeti: Halkın önceliği özgürlük değil, ekonomik rahatlama oldu. Demokratik kültürü içselleştirmeyen toplum, kısa sürede totaliter bir rejimin ayak seslerine kapı araladı.
Sovyetler Birliği: Toplumsal talepler güçlü devlet ve eşitlik vaadi etrafında şekillendi, fakat bireysel özgürlük bilinci gelişmedi. Sonuç, onlarca yıl süren otoriter bir düzen oldu.
Latin Amerika: Halk, askeri darbeleri “düzeni sağlayacak otorite” olarak kabullendi. Evrensel özgürlük değerleri yerine “güçlü lider” beklentisi öne çıktı.
Doğu Avrupa’da ise, 1980’lerde yükselen demokratik bilinç ve örgütlü hak talepleri, bütün baskı mekanizmalarına rağmen Berlin Duvarı’nı yıkacak toplumsal enerjiyi yarattı.
Bu örnekler aynı noktada birleşiyor: Demokrasi, ancak toplumsal bilinçle yaşar; halk hak ve özgürlükleri gündelik hayatın vazgeçilmez talebi haline getirmezse, kurumlar tek başına onu ayakta tutamaz.
Çözüm: Bir kültür inşası
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı, demokrasiye dair soyut söylemler değil, somut bir kültür inşasıdır.
Eğitim, bireyleri edilgen seçmen değil, hak talep eden yurttaş kılmalıdır.
Sivil toplum, günlük hayatın içinde örgütlenme ve dayanışma kültürünü beslemelidir.
Yerel yönetimlerde katılım, bireye kendi hayatı üzerinde söz söyleme deneyimi kazandırmalıdır.
En önemlisi, demokrasi, bireysel özgürlüğün ötesinde ortak iyiliğin güvencesi olarak kavranmalıdır.
Türkiye’nin sorunu sadece yönetimlerin otoriterleşme eğilimi değildir. Daha derinde, toplumun ortak bir demokrasi kültüründen yoksun oluşu vardır. Ve bu eksiklik giderilmedikçe, seçimler, değişen hükümetler ya da anayasal reformlar kalıcı bir özgürlük düzeni yaratmayacaktır.
Soruyu burada bırakıyorum:
Biz, yurttaşlar olarak özgürlüğü gerçekten talep ediyor muyuz, yoksa istikrar adına ondan vazgeçmeye hazır bir kalabalık mıyız?