Kasım ayında Brezilya’nın Belem kentinde yapılacak COP30, yani Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı, sadece hükümetlerin değil, şehirlerin, bölgelerin ve yerel aktörlerin de geleceğini belirleyecek kararların alınacağı bir buluşma olacak. Türkiye, Paris Anlaşması’na taraf olduktan sonra iklim politikalarını kâğıt üzerinde yeniden düzenledi ama uygulama sahasına baktığımızda hâlâ kömürlü termik santrallerin çalıştığı, yeni doğalgaz yatırımlarının planlandığı, karbon ticaretinin bir “ekonomi oyunu” gibi kurgulandığı bir tabloyla karşı karşıyayız.
İşte tam da bu noktada İzmir ve Ege Bölgesi, Türkiye’nin iklim krizine bakışını somutlaştıran bir ayna işlevi görüyor. Çünkü bu coğrafya, iklim değişikliğinin hem en ağır yükünü taşıyor hem de en büyük çözüm potansiyeline sahip. COP30’a doğru giderken meseleye İzmir’den bakmak, aslında Türkiye’nin iklim geleceğini okumak anlamına geliyor.
Kuraklıkla Kavrulan Ovalar
Gediz, Büyük Menderes ve Küçük Menderes havzaları… Bir zamanlar bereketiyle bilinen bu ovalar, bugün susuzlukla boğuşuyor. Yeraltı suları çekiliyor, barajlarda hacimler azalıyor, çiftçi ürününü sulamak için çaresizce kuyular kazıyor. İklim değişikliğinin Ege’deki en somut yüzü, kuraklık.
Üstelik mesele sadece tarımsal üretim değil. Su kaynaklarının azalması, şehirlerin içme suyu güvenliğini, sanayinin sürdürülebilirliğini de tehdit ediyor. COP30’da Türkiye’nin uyum (adaptasyon) politikalarında su yönetimini birinci sıraya koyması gerekiyor. Ege’den yükselen ses çok net: Su yoksa tarım da yok, yaşam da yok.
Tarım ve Gıda Güvencesi
İzmir üzümü, Aydın inciri, Ayvalık zeytini, Bodrum mandalinası… Ege tarımı, sadece Türkiye’nin gıda güvenliği için değil, ihracat gelirleri için de kritik önemde. Ancak iklim krizinin vurduğu ilk sektörlerden biri de tarım.
Sıcaklık artışı, kuraklık, yeni zararlı türlerin yayılması, tuzlanma ve toprak erozyonu Ege tarımını kırılgan hale getiriyor. Üstelik Avrupa Birliği’nin sınırda karbon düzenlemesi (CBAM), Ege’den ihraç edilen ürünleri doğrudan etkileyecek. Eğer üretim süreçleri karbon yoğun kalırsa, Türk tarım ürünleri AB pazarında rekabet edemez.
COP30’da Türkiye’nin, tarımda iklim dirençli tohumlar, yerel çeşitlerin korunması, organik üretimin desteklenmesi gibi politikaları somutlaştırması gerekiyor. İzmir’deki tarımsal kalkınma kooperatifleri, kadın üretici birlikleri bu dönüşüm için hazır. Yeter ki merkezi politika, yerelin önünü açsın.
Yenilenebilir Enerjinin Başkenti Olabilir mi?
Ege rüzgârıyla, güneşiyle, jeotermaliyle Türkiye’nin enerji dönüşümünde bir laboratuvar olabilir. Bugün İzmir, Balıkesir ve Çanakkale hattı rüzgâr enerjisinde lider durumda. Aydın ve Denizli jeotermalde ön planda. Fakat mesele sadece yatırım değil, bu yatırımların çevresel adaletle yapılması.
Jeotermal enerji projelerinin yeraltı sularına verdiği zarar, tarım arazilerini kurutması, yerel halkın haklı tepkisini artırıyor. COP30’da Türkiye’nin anlatacağı yenilenebilir enerji hikâyesi, yalnızca megavat kapasitesini değil, çevre ve halk sağlığını da kapsamalı.
İzmir’in sanayi bölgeleri, güneş panelleri, depolama sistemleri ve yeşil hidrojen üretimi için pilot merkezler haline getirilebilir. Böylece bölge sadece enerji tüketicisi değil, aynı zamanda enerji teknolojisi üreticisi olur.
Kıyı Kentleri Alarm Veriyor
İzmir Körfezi’nin kıyıları, Foça’nın sahilleri, Kuşadası, Didim ve Bodrum… Turizm ve kültürle yaşayan bu kıyılar, yükselen deniz seviyesi, kıyı erozyonu ve aşırı hava olaylarıyla tehdit altında. Sel felaketleri, fırtına dalgaları ve orman yangınları, Ege kıyılarında her yaz tekrarlanan kabuslar haline geldi.
COP30’da Türkiye’nin, kıyı kentleri için adaptasyon projelerini gündeme taşıması şart. Kıyı koruma sistemleri, yeşil altyapı yatırımları, afet dayanıklılığı artırılmış liman ve marina projeleri uluslararası finansmanla desteklenebilir. İzmir’in “iklim mültecileri” ile karşılaşma ihtimali bile göz ardı edilmemeli.
Sanayi ve Karbon Ticareti
İzmir, Ege’nin sadece tarım değil, aynı zamanda sanayi merkezi. Çelik, kimya, seramik ve tekstil gibi sektörler karbon yoğun üretim yapıyor. Bu sektörler, Avrupa’ya ihracat yaptıkları için AB’nin karbon vergisinden doğrudan etkilenecek.
Türkiye’nin kurmak istediği Emisyon Ticareti Sistemi (ETS), İzmir sanayisi için kritik olacak. Eğer bu sistem şeffaf, adil ve uluslararası standartlara uygun biçimde uygulanmazsa, bölgenin ihracatçı firmaları ağır bedel ödeyecek. COP30’da Türkiye’nin bu konuda netlik göstermesi bekleniyor.
Turizm ve Kültürel Mirasın Kırılganlığı
Efes, Bergama, Miletos… Antik dünyanın en görkemli şehirleri Ege kıyılarında yükseliyor. Ancak bu kültürel miras alanları da iklim krizinden etkileniyor. Deniz seviyesinin yükselmesi, sel felaketleri, yangınlar, bu kadim kentleri tehdit ediyor.
Turizm ise aşırı sıcaklar nedeniyle daralan sezon, artan yangın riski ve su sıkıntısı ile zor günler yaşıyor. COP30’da Türkiye’nin, turizmi düşük karbonlu ve iklim dirençli bir modele dönüştürmek için strateji sunması kaçınılmaz. Ege, bu dönüşümün pilot bölgesi olabilir.
İklim Adaleti ve Halkın Katılımı
Türkiye’nin çıkardığı yeni iklim yasası, sivil toplum kuruluşları ve muhalefet tarafından ticari çıkarları gözettiği, çevre adaletini dışladığı gerekçesiyle eleştiriliyor. İzmir gibi çevre hareketlerinin güçlü olduğu bir şehirde bu eleştiriler çok daha gür duyuluyor.
COP30’da Türkiye, sadece karbon ticareti değil, halkın ve yerel yönetimlerin sürece katılımını da göstermek zorunda. Çünkü iklim politikası masa başında değil, köydeki çiftçinin, mahalledeki yurttaşın hayatında anlam kazanıyor.
COP30, bir uluslararası zirveden çok daha fazlası. Bu konferans, İzmir’in suyu, Aydın’ın inciri, Manisa’nın üzümü, Foça’nın balığı, Bodrum’un sahili için yaşamsal bir eşik.
Ege bize şunu söylüyor: Eğer bugünden radikal adımlar atmazsak, “pragmatizm” adı verilen siyaset cambazlıklarıyla geleceği yaktığımızı çok geç fark edeceğiz. COP30’da Türkiye, kömürden çıkış takvimi açıklamalı, tarımda iklim uyum projelerini hayata geçirmeli, yerel yönetimlerin önünü açmalı, kıyı kentlerini korumak için uluslararası destek aramalı.
İzmir ve Ege, iklim krizinin laboratuvarı. Hem kırılganlıklarımız hem de potansiyelimiz ortada. Şimdi mesele, bu potansiyeli harekete geçirip dünyaya gösterebilmek. Çünkü unutmayalım: İklim krizine karşı ya birlikte kazanacağız ya da hep birlikte kaybedeceğiz.