Her yıl bu mevsim, Alaçatı’nın pahalı restoranları ve otelleri haber olur. Bazen de sokak kavgaları ve silahlı çatışmalar ile anılır Alaçatı. Ardından bazılarımız, “nerden nereye” şeklinde Alaçatı’nın dönüşüm öyküsünden söz ederiz.
Tütüncü bir Mübadil/muhacir kasabası, bugün bambaşka bir yer oldu. 30-35 yıllık sürede öyle değişti ve dönüştü ki, birçok kişi, bu dönüşümün buraya kadar gelebileceğini öngörmemişti herhalde.
İstanbul ve İzmir’den eğitimli, kentli yeni orta sınıf öncüler, elit bir kent hayal etmişti. Mimari değeri olan eski taş binalar, tarihi öykülerine sadık kalınarak restore edilecek, butik oteller ve restoranların yanı sıra, sanat galeri olacaktı.
Rüzgar sörfü yapanlara da ev sahipliği yapacak olan bu kasabada akşamları, blues ve jazz müzik sesleri duyulacaktı en fazla. Hayal buydu. İstanbullu yeni orta sınıf mensupları için metropol dışı ikinci yaşam alanı olacaktı Alaçatı. Öyle de oldu. Ama tam da hayal edildiği gibi değil.
Yerel yönetimin neo liberal yaklaşımı ise “Marka kent” yaratmaya yönelikti. Marka kent pazarlama kavramıdır ve sermaye çekmeyi hedefler. Sermaye de çekti bu süre içinde Alaçatı. Hem de her türünden. Ultra zenginler Port Alaçatı’da teknelerini evlerinin önüne bağladılar.
Yerel kalkınma projesi olarak başlayan kentsel dönüşüm, yerel halkı dışlayarak ilerledi. Öyle bir rant kapasitesi oluştu ki, kamu malları ve yerel halkın mülklerinin önemli bir bölümü de özelleştirilmiş oldu.
Marka kent olan Alçatı, şehircilik ilkelerine göre değil, “bırakınız yapsınlar” ilkesine göre imar ve işletme ruhsatlarıyla dönüştü. Kamu alanları da ticarileşti. Meydanlar ve sokaklar da restoranlara kiraya verildi. Kala kala, merkezde sadece sağlık ocağı polikliniği ile eski kilise/merkez camii kamusal mekan olarak kaldı.
Yerel halkını merkezden süren bu dinamik, Alaçatı’yı sekiz ayı terkedilmiş şehir haline getirdi. Ama yaz aylarında ise olağanüstü bir işletme faaliyeti ile kalabalıklara ev sahipliği yapıyor burası.
Ayhan Sicimoğlu abimiz ne diyordu Alaçatı için; “Kadınlar akşamları Alaçatı sokaklarında adeta podyumda yürür gibi, cesur ve güzel kıyafetleri ile yürüyorlar.” Evet, gerçekten de öyle. Ne var ki; masalar arasından geçmek, garsonların ısrarlı davetlerine muhatap olmak kaydıyla.
Plansız ve serbest piyasanın kaderine terk edilen Alaçatı’da eğlence yerleri ile dinlence ve ikamet yerleri iç içe olunca, tuhaf manzaralar ortaya çıkıyor haliyle.
Bir turist veya Alaçatı sakini gece uyuma saati gelince yatmayı deniyor. Ama ne mümkün, sokakta eğlence o saatte başlıyor. Siz uyumaya çalışıyorsunuz ama sokakta davul zurna tam gaz. “Erik dalı gevrektir..” biterken, “Ankara’nın bağları” başlıyor.
Açık mekanda ve yerleşim yerinde gece müzik olur mu? Alaçatı’da olur. Dünya markası Alaçatı.
Pahalı diyorsanız, gitmeyin. Daha ucuz yerler var, oralara gidin. Kalamar ve pizza pahalı diyorsanız, kumru yiyin. Tamam da orada yaşıyorsan veya otelde uyumak istiyorsan.
Planlı bir şehirde, eğlence ve dinlence alanları ayrı yerler olarak planlanır. Aksi halde, kimseye laf geçiremezsiniz. Zaten fuhuş ve uyuşturucu sermayesinin yanı sıra irili ufaklı mafya gruplarının da boy gösterdiği böyle bir yerde, sıradan vatandaşın esamisi okunmaz pek.
Şikayet etmeye kalksanız muhatap bulamazsınız. Zaten böyle arabesk bir şehirleşmenin de arabesk yerel yönetimi olur.
Çok çarpıcı bir örnekti, bundan belki üç yıl önceydi. Belediye Başkanı sevgilisi ile bir meyhanede eğleniyordu. Video kaydı yayınlandı sonra. Garson, Başkana, “efendim saat 02.00’yi geçti. Müzik yasağı başladı” deyince, Başkan, “Ben buradayım ya, ne yasağı, müziğe devam”. Şahsımın Çeşme’si ötesinde bir yaklaşım.
Şimdi Alaçatı geceleri kuralsız gürültülü yine. Jazz olmadı, bluesun müşterisi az. Bizi birleştiren müzik, “abe kaynana”, “erik dalı gevrektir”… Her gece sınırsız müzik, sınırsız eğlence... Gezi tekneleri gibi. Daha ne istiyorsunuz.
Alaçatı burası, huzurevi değil...