Satranç!
Mehmet KARABEL

Cumhurbaşkanı Erdoğan…

“Barış Pınarı Harekatı”nın sekizinci gününde…

Nokta atışı yaptı…

Önce…

“Harekat noktasına bir anda gelmedik” dedi…

Avrupa’ya seslendi:

“Acaba siz kaç Suriyeli’ye sınırlarını açtınız?” diye sordu…

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a…

Ruanda'da, Cezayir'de sivilleri katleden siz değil misiniz? Önce aynaya bak!” dediğini söyledi…

Karşımızdaki yedi düvele…

“Bu devran mutlaka dönecek… Unutmayın, bu dünya etme bulma dünyasıdır…” diye gözdağı verdi…

En can alıcı sözlerini sona bıraktı…

Bizi arayıp teröristler adına taleplerde bulunanlara şunu söylemek isteriz” dedi ve ekledi:

“Bu gece güvenli bölgeden çıksınlar, harekat biter…”

***

Dostumuz kalmadı; düşmanımız çok…

***

“Besle kargayı oysun gözünü…” atasözünü bile…

Haklı çıkaran “acıklı örnekler” yaşıyoruz…

***

Yavru Vatan diye kalbimizde taşıdığımız…

KKTC’nin Cumhurbaşkanı bile…

“1974'te biz adına Barış Harekatı desek de, bu bir savaştı ve akan da kandı, şimdi Barış Pınarı desek de, akan su değil, kandır” diyor…

Bunları söylerken…

45 yıl önce Rumlar’ın…

O parmak kadar adada çoluk-çocuk demeden…

Sivil halkı nasıl katlettiğini unutuyor…

***

Karşılıklı bunlar yaşanırken…

Acaba, diyorum…

“Diplomatik Satranç” unutuluyor mu?

Nedir bu diplomatik satranç?

Dönelim, 100 yıl öncesine…

***

Kurtuluş Savaşı’nın fiili başlangıcı…

19 Mayıs 1919’dur…

Kararlıdır, Mustafa Kemal

Bu vatan düşman çizmesi altında ezilmeyecektir…

***

İki ay sonra…

Tarih; 13 Temmuz 1919…

Amerikan heyeti Hatay İskenderun’a gelir…

Samanlı Köyü’nün Ağası Mehmet Sarıağa ile buluşurlar…

Amerikan heyetinin başı sorar:
“Fransız mandası mı, yoksa İngiliz mandası mı istersiniz?”
Sarıağa, yüreklidir; hiç çekinmeden lafı gediğine koyar:

“Daha başka manda taliplisi yok mu?”

Amerikan heyetinin başı kestirmeden gider:

“Evet, bir de biz varız; yani Amerika…”

Sarıağa’nın tepesi atar:

“Biz Türk olarak doğduk, Türk olarak yaşadık ve Türk bayrağı altında öleceğiz... Başka bir devletin bayrağının gölgesi altında gölgelenmek istemiyoruz…” 

***

Nitekim; beklenen olur…

İskenderun Sancağı, 9 Kasım 1919’da…

İngilizler tarafından işgal edilir…

Kurtuluş Savaşı zaferle biter ama…

Türk Milleti, Hatay’la bi’türlü kucaklaşamaz…

***

Yıl; 1937…

Atatürk’ün vefatından bir yıl önce…

Ulu Önder, tam 17 yıl boyunca…

“Hatay Davası”nı, ulusal bir dava olmaktan öte…

Şahsi davası olarak ele almıştı…

Son olarak…

Fransa’nın Temsilcisi Franklin Bouillon’a…

Hatay Meselesi ile ilgili özgün düşünceleri söyledi…

Ve ekledi: “Bunlar son sözlerimdir”

Tesadüfe bakın ki…

Bu görüşmelerin en sivri uçlara ulaştığı günlerde…

Romanya Başbakanı Tataresco Ankara’ya gelir!

Konuk Başbakanın onuruna balo düzenlenir…

İngiltere ve Fransa büyükelçileri özellikle davet edilir…

Atatürk…

Usta bir diplomat üslubu ile konuklarını etrafına toplar…

Ardından da…

Fransa Büyekelçisi Ponsa’nın gözlerinin içine bakarak…

Tane tane şunları söyler:

“Ben ulusunuzun ve şerefli ordunuzun kıymetini iyi bilirim… Size dostluk elimi uzatıyorum… Siz de benim dostluğumun değerli olduğunu bilmelisiniz… Bunun önemini devletinizin anlamaması ve benim isteğimi reddetmesi ihtimalini düşünmek bile istemiyorum… Ben, toprak büyütme heveslisi değilim; barış bozma alışkanlığım yoktur… Ancak hakkımızın peşindeyim… O’nu almasam, edemem! Büyük Millet Meclisi’nden milletime söz verdim; (Hatay’ı alacağım…) dedim… Milletim benim dediğime inanır, sözümü yerine getirmezsem, onun huzuruna çıkamam… Ben şimdiye kadar yenilmedim; yenilirsem bir dakika yaşayamam… Bunu biliniz; sözümü mutlaka yerine getiririm…”

Fransa Büyükelçisi’nin nefesi tutuldu; kıpkırmızı oldu…

İngiltere Sefiri ise…

Atatürk’ü gülümseyerek ve arada bir başını sallayarak dinliyordu…

Atatürk, konuşmanın tam burasında durdu…

Yanındaki İngiltere Büyükelçisi Sir Persi Loren’in omzunu okşayarak konuşmasını sürdürdü…

“Bakınız, muhterem İngiliz meslektaşınız benim bütün düşüncelerimi iyi anladı; benimle tam dost oldu… Sorunuz kendisine, öyle değil mi? Ben, sizinle de aynı samimiyet dairesinde tamamen dost olmak istiyorum…”

 

Sonra kadehini kaldırdı:

“Şerefinize…”

***

Atatürk, ertesi akşam Çankaya’daki sofrasında…

“Diplomatik Satranç”ın nasıl biteceğini…

Kadim dostlarına şöyle özetledi…

“Başvekil Paşa (İsmet İnönü), benim demeçlerimden boşuna telaş ediyor… Fransızlar, bir sancak için – özellikle şu günlerde – bizim gibi bir Devlet’le savaşı göze alamaz… Biz hakkımızı istiyoruz… Onlar da hakkımızı diplomatik yollarla gölgelemeye çalışıyor… İngilizler, bizim tarafımıza geçtiler bile… Ama bütün dünya bizim karşımızda birleşse, biz Hatay’ı alacağız! Hükümet buna cesaret edemezse, ben Cumhurbaşkanlığı’ndan çekilir, milletin bir ferdi olarak Hatay’a girer, onun bağımsızlığını elde ederim…”

***

Nitekim…

5 Temmuz 1938’de Türk Orduları Hatay’a girdi; vuslat sona erdi…

40 asırlık Türk yurdu düşman elinde esir bırakılmamıştı…

23 Haziran 1939’da ise…

Fransa ile Türkiye arasında imzalanan anlaşma ile…

Hatay’ın Türkiye’ye katılması kesinleşti.

***

Ustaları iyi bilir…

Satranç’ın üç aşaması vardır…

Birincisi üstünlüğe sahip olduğunuzu umduğunuz andır…

İkincisi üstünlüğe sahip olduğunuzu düşündüğünüz andır…

Ve üçüncüsü; kaybedeceğinizi bildiğiniz andır!

Nokta…

Sonsöz: “Satranç’taki pişmanlıktan daha büyük bir pişmanlık yoktur… / H.G. Wells – İngiliz Bilim Kurgu Yazarı…



Sayfa Adresi: http://www.egedesonsoz.com/yazar/satranc/13805