Gönül Soyoğul
Bir ülkenin sağcısıyla solcusunun bu kadar birbirine benzemesi…
24 Eylül 2014 Çarşamba

Yalan ve ikiyüzlülüğünün tavan yaptığı, riyakarlığın milli sporumuz olduğu gerçeğinin gözümüzün içine baka baka tezahür eylediği ve artık tahammül gücümün dibe vurduğu günlerde… Hep yaptığım gibi, okumalara sarılıyorum.
Lezzetli röportajlara, öykülere, romanlara…
Onca bilgi birikim arasında, kitaplara konu olmuş dertler deryasında, kendi dünyamın sorunlarının ‘duvarda küçük bir tuğla’ olduğunu zannetmek istiyorum zahir.
Belki de bir işaret, bir anahtar arıyorum kendime bile ifade/itiraf edemediklerim için kim bilir…
 
Kendi problemlerimizi büyütmemeyi, hiçbir yaşamın tekdüze geçmediğini/geçmeyeceğini, insan yaşamında dört mevsimin kaçınılmaz olduğunu, hayatın diyalektiğini, üretmek için ‘rahat ve huzur’ gerekmediğini, hatta rahat ve huzurun, üretici insanlara zarar verdiğini, dünyanın evrile devrile döndüğünü, döneceğini… ‘En büyük ruhların, en büyük erdemler kadar en büyük erdemsizliklere de yetenekli olduğunu…’ falanı filanı zihnimde karalarken, Umberto Eco’nun ‘Düşman Yaratmak’ sayfalarından kopup internette dolaşırken, Murathan Mungan röportajında duruyorum.
Yaklaşık 6 ay önce yapılmış, o gün hızla göz atıp bir kenara ‘uzun solukla’ okunmak üzere ayırdığım söyleşiyle tesadüfen tekrar karşılaşmak, hoş bir rastlantı. Üstelik tam da şahsıma salınma lüksü tanıdığım bir günde.
Zeynep Miraç imzalı ‘Türkiye’de yalan söyleyenlerden hiç hesap sorulmadı’ başlığıyla verilen, “Yaşadığımız dönem bir gün anlatılırken içinde mutlaka Murathan Mungan’ın cümleleri de olacak. Yalnızca edebiyatın lezzetiyle belleğimize yerleşen cümlelerle değil, memleketin haletiruhiyesinin röntgenini çeken tespitleriyle de…” cümlesiyle başlayıp devam eden söyleşi, aradığım işareti/anahtarı ya da her neyse o, karşıma çıkarmasa da bu dünyanın sadece arsızlar/yüzsüzler/hırsızlar için tasasız bir yer olduğu kanaatiyle… Hissettiğim yalnızlığın tek kişilik olmadığının altını çizdi sanırım. Belki de ben öyle anladım.
Bazı bölümlerini paylaşıyorum ki belki siz de ruhunuza uygun düşeni kendinize mal edersiniz…
 
 
“Hep hatırladığımız ama son günlerde tespih çeker gibi tekrarladığımız bir cümleniz var: ‘Bu ülkede her şey olursunuz, rezil olamazsınız.’ Bu cümleyi kurarken bu kadarını tahmin etmiş miydiniz?”
-Her zaman hangi dünyada ve ülkede yaşadığımın fazlasıyla farkında oldum. “Ben biliyordum” ya da “Ben söylemiştim”in bir manası yok. Hatta en büyük korkum yavaş yavaş gerçekleşiyor. “Artık beni bir şey şaşırtmaz demem inşallah, hâlâ şaşıracağım şeyler kalır bu memlekette” diyordum. Ama memleketin hızıyla benim şaşırma kabiliyetim arasındaki ters orantı beni ümitsizliğe sürüklüyor.
 
“Kurduğunuz cümlenin bugünün gerisinde kaldığını düşünüyor musunuz?”
-Bir tarihte, damarlarında kan yerine kin akan, kötü ruhlu birinin yine bir kötülüğünü gördüğümde bir arkadaşıma “Kötülüğün bu kadarı” demiştim. O da şöyle cevap vermişti: “Murathan, sen kötülüğün ‘kadar’ı var zannediyorsun.”
Yozlaşmaya, yalana, kötülüğe başvurduğunuzda o sonsuz bir sarmal. Geçmişte de böyleydi, Türkiye’de yalan söyleyenlerden hiç hesap sorulmadı. Yalanın, dilin gereği gibi anlaşıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Herkes yalan söylüyor. Yalan söylediğinin bilinci kaybolmaya başladı. Bu yolsuzluklar konusunda da aynı. Sıradan bir insan, hayatında bunun türevleriyle o kadar iç içe ki, etkilenmiyor. İltiması, yalanı meşru gören bir toplumsal kumaş var.
 
“Son günlerde bambaşka insanlardan aynı sözcüğü duyuyorum: Kumaş.”
-Bir süredir siyasi bir kitap çalışıyorum. Anekdotlar, metaforlar, olaylar, akıl yürütmeler üstüne. Adı ‘Türkiye Saatiyle.’ Zaten öyle başlıyor: ‘Türkiye saatiyle bildiriyorum.’ Orada hep bu kumaş meselesi var. Bir ülkenin sağcısıyla solcusunun bu kadar birbirine benzemesinin varacağı nokta burasıydı zaten. Siz neye şaşırıyorsunuz? Böyle konuşmayı çok sevmiyorum ama birçok konuda yavaş yavaş bana geliyorsunuz. Bunun için deha olmaya gerek yok. Kimya gibi. Bu bileşenler, bu elementler böyle bir organizma yaratıyor. Mazur görmenin varacağı yer burası. Çaresizliğimiz son 10 yılın çaresizliği değil. Nabzı çok gerilerden atmaya başlayan bir çaresizlik.
“Türkiye’de olan bitenle ilgili gazetecilerin verdiği sınav çok tartışılıyor. Edebiyatçıların da böyle bir sınavı var mı?”
-Öncelikle ben gazetecilerin bir sınav verdiklerini düşünmüyorum. Bazı gazeteciler sınav veremeyecek kadar dışarıya süpürüldüler. Kalanlar bundan daha önce uyguladıkları taktikleri uyguluyorlar. Hayatta, ayakta ve villalarda kalma taktiği. Onlar beni ilgilendirmiyor. Hepsinin 30 sene öncesinden röntgenlerini çekmiş, rafa koymuştum. Kimse kusura bakmasın. Herhalde Türk medyası diyebileceğim kurum, meslek hayatının hiçbir döneminde bu kadar onursuz olmadı. Kendilerine bu kadar hazırlıksız yakalanmaları beni şaşırttı diyemeyeceğim.
 
Pişman olmak artık geçersiz mi?
-Her şeyin bu kadar sahtesinin olduğu bir toplumda duyguların da hakikisi kalmaz. İnsanlar artık duygu ve düşünce geliştirmiyorlar. Sadece strateji ve taktik geliştiriyorlar. Kalplerimiz de akıllarımız da artık stratejik pazarlama taktiği geliştirme derdinde. O yüzden bu kadar çok imaj lafı ediliyor. “Yeni imaj yaptı” diyor. Saçını başını yapmış eskilerin tabiriyle. Hepimizin yanıltıldığı, yalanlara kandığı zamanlar var. Bu konuda tek silahımız olabilir: Açıklık, dürüstlük ve içtenlik.
 
Edebiyatçının da sınavı geçip geçmediğine bakılır mı böyle zamanlarda?
-Her yazarın, her şairin macerasını biricik olarak görürüm. Kimse kimseye benzemek zorunda değil. Türkiye’de yeterince komiser var, yeterince kültür komiseri de gördük, yenilerine ihtiyacımız yok. Bunlardan biri olmaya hiçbir zaman aday olmadım. Hakikat nedir, işin aslı nedir? En uhrevi hakikatten gündelik, süfli gerçekliklere varana kadar bir yazarın işinin bu olduğunu düşünürüm.
 
Bir cümlenizi daha tekrarlayayım: ‘Bizi özgürleştiren ötekilerdir’. Onun için mi gittikçe daha az özgürüz?
Hâlâ dünyayı bize benzeyenler ve bize yakın olanlar üstünden tarif ediyoruz. En çok nereden anlıyorum biliyor musun? YouTube’daki şarkı yorumlarından. Hangi ülkede yaşadığımı buralarda görüyorum. Herhangi bir şarkıyı bir başkasının da güzel söyleyebileceği fikrine tahammül edemiyor. O şarkının Ahmet’ten beğenilmesine küfrediyor, çünkü o Mehmet’ten beğeniyor. Bu kutuplaşma, iktidarın bütün meşruiyetini üzerine kurduğu bir zemin.
(..)
 “Biraz aklı ve ruhu olan herkes tedirgin yaşıyor” dediniz. Bu tedirginlik yaratıcılığınızı nasıl etkiliyor?
-Herhalde hiçbirimize iyi gelmiyor. Açık söyleyeyim, o kitabı yazmadan ölürsem gözüm açık giderim dediğim bir İstanbul romanı var. 1800’lerin ortalarında Kızıltoprak’ın kuruluşuyla başlıyor. 1980’e kadar gelen bir tür kuşak romanı. Onun için çalışırken, sabahları şimdiki Türkiye’ye uyandığında her şey sana anlamsız geliyor. Kendi işine dönmen için gereken konsantrasyonu sağlamak için adeta şizofrenik bir bölünme yaşaman gerekiyor.
 
Yaratıcılığımı elimden alıyorlar diye öfkeleniyor musunuz?
-Yok, onu kimse elimden kolay kolay alamaz. Ben hep entelektüel vicdan ve adalet duygumu yitirmemeye çalıştım. Dostoyevski bize merhameti analarımızdan babalarımızdan çok daha iyi öğretmiştir.
(…)
Öykü sanatının edebiyat içindeki önemine dikkat çekmek istiyorum. Son zamanlarda edebiyat sadece roman yazmak gibi anlaşılmaya başlandı. Romanda bir tamamlanmışlık ve final vardır, oysa öykü her zaman yeni bir başlangıçtır. İnsanlar başı-ortası-sonu belli olanın içinde, doğru da olsa yanlış da daha rahat ediyorlar. Tıpkı eskiden kazığını yediği partiye yeniden oy vermesi gibi. Yabancı, yeni başlangıç. Bunlar hep ürküntü yaratıyor. Çoktan bitmiş evliliğini sürdürmesi gibi romanını sürdürüyor.
Benim için iyi bir edebiyat okuru öykü seven okurdur. Romanı herkes okur. Öyküye edebiyatı içeriden tanıyan biri daha yatkındır. 

“Sizi çok seviyoruz, çok beğeniyoruz” cümlesini her sanatçı, her yazar duymak ister. Ama bunun bir adım sonrası benim için daha kıymetli. Başka kimleri seviyorsunuz? Beni kimlerle beraber seviyorsun? Belki yanlış seviyorsun!''

Yazdır   Önceki sayfa   Sayfa başına git  
YORUMLAR
Toplam 1 yorum var, 1 adet görüntüleniyor. Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 
maksude kılınç 30 Eylül 2014 Salı 14:47

Evet, biraz aklı ve çokça ruhu olan herkes tedirgin yaşıyor artık. Çünkü şaşkınlığa düşmeyi bırak, alabora ola ola yaşıyoruz. Murathan Mungan hep çok takdir ettiğim, çok beğendiğim bir yazar oldu. Olmaya da devam edecek. Çünkü gerçekten ruhu var. Hayatın anlamını her geçen gün kaybediyor insanlık. Yalanın dolanın, üçkağıdın, aptallıkların, hırsızlığın, sevgisizliğin bu denli yoğun yaşandığı hiçbir dönem olmamıştır sanırım. Ne üzücü, ne üzücü… Ah Gönül, nereye doğru gidiyoruz?

Yorumu oyla      13      5  
FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
Mehmet KARABEL
Mehmet KARABEL
80’lik güzeller zamana nasıl ‘dur’ dediler?
Nedim ATİLLA
Nedim ATİLLA
En popüler üçüncü içecek
Engin ÖNEN
Engin ÖNEN
Saltanat ve yağma kurumu olarak belediyeler (2)
Tayfun MARO
Tayfun MARO
Bir Batı hikayesi
Muhittin AKBEL
Muhittin AKBEL
Analar ne yiğitler doğurmuş!
Çağdaş ÖZGÜN
Çağdaş ÖZGÜN
Fotoğraf: İnsanlığımızı yitirirken soytarıya mı dönüşüyoruz?
Kemal ARI
Kemal ARI
Atatürk'ü anlamak...
Oytun NALBANTOĞLU
Oytun NALBANTOĞLU
Göztepe gün sayıyor!
İhsan Özbelge ÖZDURAN
İhsan Özbelge ÖZDURAN
Aklıma 'Doğan Kardeş' geliverince… 
Kemal ANADOL
Kemal ANADOL
Sandık tartışması...
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
FACEBOOK'TA EGE'DE SON SÖZ
GAZETE EGE'DE SONSÖZ
KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva