RÖPORTAJLAR
9 Kasım 2009 Pazartesi

İzmir'de maalesef dayanışma yok...

Yazarımız Gönül Soyoğul'un Vatan gazetesi başyazarı Güngör Mengi'yle yaptığı söyleşi...

İzmir de maalesef dayanışma yok...

BAŞLARKEN...
Her kafadan bir ses çıkıyor İzmir’de son günlerde. Hem kafa adamlardan, hem de sokaktaki sıradan insanlardan.
Cümleler farklı olsa da anlam/içerik aynı:
Ne olacak İzmir’in bu hali?
Kimi, ticareti artıralım diyor. Kimi mega müze kuralım, yol açalım, kimi Süper Lig’e futbol takımı çıkaralım, kimi de EXPO olmadı, kendi fuarımızı, vs. vs. vs. inşa edelim.
Bir yandan “İzmirlilik nedir” diye sorup, cevabıyla yol/yön bulmaya çalışıyoruz;
Bir yandan da İzmir’i o eski günlerine kavuşturacak, makus talihini kıracak öneriler üzerine kafa patlatıyoruz.
“İzmir, İzmirlilik, ne yapılabilir” soruları; bu kentte, hiç bu kadar yoğun konuşulmamıştı. “Demek ki bıçak kemiğe dayandı” da diyebilirsiniz,
“Sonunda ağız ishali olduk” da…
Şahsi görüşüm; bence iki halde de “çözümü bulmaya kararlıyız/doğru yoldayız.”
“Yılmaz Özdil röportajı, Basın Çalıştayı’na nasıl dönüştü” başlıklı yazımda da ifade ettiğim gibi; ben de, basın sektöründe canı fazlasıyla yanan İzmirlilerden biri olarak, aynı arayış içindeyim.
Hem insan, hem de bir gazeteci olarak.
Bu yüzden işin ucundan; yapılanları anlatarak/yorumlayarak tutmanın yanı sıra, bir de röportajlarla katkı koymaya çalıştım karınca kararınca.
İzmir’de yıllarca birlikte çalıştığım, hepsi mega kent İstanbul’da başarıya ulaşmış meslektaşlarımla, patronumla, genel yayın yönetmenlerimle konuştum.
“İzmir neden böyle oldu? Nasıl yeniden yola koyulabilir” diye onlara da sordum.
“Basın Çalıştayı” lafın gelişi. Tıpkı “açılım” lafı gibi, o da bugünlerde moda terim olduğu için öyle çıktı kalemimden. Böyle değerlendirin.
Bugün, Vatan gazetesi Başyazarı Güngör Mengi ile başlayacak olan bu dizi, Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak, Star Gazetesi yazarı Ergun Babahan, Hürriyet Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil ve eski patronum, Sabah-atv (ve pek çok gazete/dergi) kurucusu Dinç Bilgin ile devam edecek.
Bugün ilk söz, 1982 yılında gazeteciliğe adım attığım Yeni Asır’da ilk genel yayın yönetmenim olan, 1985’te İstanbul’a Dinç Bilgin ile birlikte yelken açan Güngör Mengi’de. Yeni Asır’da yetişen herkesin üzerinde “tartışmasız” çok büyük emeği olan Güngör Mengi, bakın İzmir için, İzmirliler için neler diyor? Neler anlatıyor?
Her zamanki efendiliği, zarafeti, gülümseyişi, hoşgörüsüyle…
 
GÖNÜL SOYOĞUL: İzmir deyince, ne hatırlıyorsunuz?
GÜNGÖR MENGİ: İzmir, başkaydı. İzmir’de yürüyüp geçtikten sonra arkanı kontrol etme ihtiyacı duymazdın; çünkü burada yüzüne gülerler, arkandan yüzlerinde bazı, seni rahatsız edecek ifadelerle, seni süzüyor olabilir. İzmir güzeldi. İzmir, benim gelişmem, romantizmim, gençliğim, her şeyimdi. İstanbul’a gelme iddiasını da bize, İzmir kazandırmıştı. 1980’lerde, Yeni Asır gazetesi, kendisini en yakından takip eden Türkiye çapında dağıtılan gazetelerden, aşağı yukarı yüzde 30-40 daha fazlasını satıyordu. 7 ilde biz 1984’te günlük ortalama 120 binin üzerinde gazete sattık. O zaman demiştim işte ben Dinç Bilgin’e, “Biz güreşçiysek ‘karakucak’ta şampiyon olmanın bizi kesmemesi lazım, tatmin etmemesi lazım. Güreşiyorsan Kırkpınar’a gideceksin. Kırkpınar da Babıali. Haydi bir cesaret!” Yani hemen hemen öyle başlamıştı İstanbul’a gidişimiz.
 
SOYOĞUL: Bunu Dinç Bey’in aklına sokanlardan birisi miydiniz?
MENGİ: Tabii ki, yani İstanbul’a gitmek için başka ne lazım? İstanbul’a geldikten sonra da zaten “iyi ki gelmişiz” dedik.
 
SOYOĞUL: Hiç’ keşke’ demediniz mi o süreçte?
MENGİ: Hiç keşke demedim. Hatta öylesine iyi, yolunda gitti ki her şey… Dinç Bey’in o banka macerası sırasında Fransız bankasını satın almasında ona demiştim ki… Yani buraya geleli kaç sene oldu, o zaman 5 seneyi falan geçmişti. Sabah gazetesi birinciliğe oynuyor, ikide duruyor, milyon tirajı falan geçiyor, duman attırıyor ortalığa. Dedim ki ‘Patron, şişeden çıksaydı cin, dile benden ne dile diye sorsaydı, biz bu başarı hikayesini ona dilekçe olarak yazabilir miydik? Çüş derdi adama.’ 

SOYOĞUL: Tek hakkınız var, bir tane söyleyin derdi! (gülüşmeler)
MENGİ: “Ne açgözlü adamlarsınız, pişman ettiniz beni cinliğime, bırakın gideyim şişeme” öyle derdi ve hakikaten bizi İstanbul’a getiren iddia, gazetecilikti. Tabii ki ticarettir, kar müessesesidir ama gazetecinin görünmeyen bir misyonu var, o da kamu görevi. Bu görevi yapabilecek insanların borçlu, bağımsızlığını kaptırma riski altında olmaması lazım. Hiçbir şekilde gölge altına girmemesi lazım. Biz İstanbul’a gelinceye kadar, Babıali basınının otomobil ticaretiyle falan kavga ediyorduk. Sonra biz de mecbur kaldık; zira kötü rakip seni de kötü yapar. Biz de mecbur kaldık, Şunu devamlı söyledik, gazetecilik yapıyorsan kuyruğunu, yakanı kaptırabileceğin başka işlere bulaşmayacaksın. Hatta hiç unutmuyorum, Ankara’da bir toplantıya çağırmıştı Özal; gazete sahiplerini, yöneticilerini, yayın müdürlerini. Orada Büyük Ankara otelinde Erol Simavi ve Kemal Ilıcak beni kahvaltı masasından aldılar, bir kenara götürdüler, dediler ki “Güngör bak, sen genç bir adamsın, istikbalin de var senin. Sen yaptığın gazetecilik tarifiyle, hem Erol beyi hem de beni (Kemal bey söylüyor) devamlı taciz ediyorsun, rahatsız ediyorsun. Bu sana zarar vermez mi?”
 
SOYOĞUL: Konudan uzaklaşıyoruz ama o gün ne cevap verdiniz onlara merak ettim?
MENGİ: Doğru bildiğim şeyi yapmak zorundayım dedim, ne diyebilirim ki ve bunda ne yanlış var? Siz bunun başka türlüsünün doğru olduğunu düşünüyorsunuz. Nitekim yıllar yıllar sonra Aydın Doğan da şunu dedi, “Evet” dedi, “Senin söylediğin ilke olarak doğru ama bir gazete sahibinin gazetesini bağımsız yapabilmek için ekonomik bağımlılığa düşmemek zorunda olduğunu, niye hiç hesaba katmıyorsun?” Yani ne kadar güçlüyse müessese, o müessesenin ya da patronun sahip olduğu gazeteler de o kadar güçlü olur. Buna ben acaba inanılır mı diye düşünüyordum, son uygulamalar onun da doğru olmadığını kanıtladı. 
 
SOYOĞUL: Nasıl yani?
MENGİ: Çünkü işte, hukuka saygılı olmayan bir rejimde güçlü, ne kadar maddi güce sahip olursa olsun, bir patron, sahibi bulunduğu gazetenin bağımsızlığını korumakta müşkülatlara, çok büyük zorluklara düşebilir. Yani, Aydın Doğan gibi bir insan, bugün var olmak- yok olmak mücadelesi vermek mecburiyetine düşmüşse; sen küresel ekonominin haldur huldur dönen bereketli paralarına nasıl davetiye çıkarabilirsin ülkende? Özgürlük olmayan, hele basın özgürlüğü olmayan bir yere, hangi selametine, hangi garantisine güvenip de insanlar gelecekler, paralarını, istikballerini buraya yatıracaklar, riske sokacaklar? Yani benim bundan 30 sene önce savunduğum ilke, ki o ilke “medya işiyle uğraşan patron, medya dışında başka şeye bulaşmayacak.” Medya bağımsızlık ister, medya özgürlük ister. O da ‘kaybedecek fazla bir şeyi olmayan insan’ talep eder. En iyi gazeteci, çıplak gazetecidir.”
 
SOYOĞUL: Marksist bir tez savunuyorsunuz şu anda. Tarihte ihtilalleri yapanlar, kaybedecek bir şeyi olmayanlar, çıplaklardır, biliyorsunuz…
MENGİ:
Bu her yerde gerçek değil. Adalet mülkün temelidir sözü, din büyükleri, peygamberler tarafından da söylemiş. Türkiye’yi laik düzen taşıyan önderler tarafından da söylenmiş. Bunun ideolojisi falan yok, bu hayatın gerçeği. Hayat bunu öğretiyor, adalet olmayan bir yerde hiçbir şey üremiyor. Sadece haydutluk ürüyor, hoyratlık ürüyor.
 
SOYOĞUL: En iyi gazeteci çıplak gazetecidir diyorsunuz. Ama İstanbul’a gelen gazeteciler palazlandılar…
MENGİ: Nasıl yani palazlandılar?
 
SOYOĞUL: Maddi anlamda palazlandılar. İzmir’deyken mütevazı şartlarımız vardı, siz de genel yayın yönetmenimizdiniz, bizden biraz daha iyiceydi şartlarınız.
MENGİ: Anladım ama gazetecilik insanlara, iyi yapanlara, mesleğinde iyi olanlara, iyi hayatlar vermiştir.
 
SOYOĞUL: Ben de şunu söylemek istiyorum, o iyi hayatlar gazetecilikten uzaklaştırdı mı? Orada da öyle bir çelişki doğuyor. Artık kaybedecek çok şeyi olduğu için gazetecilerin; gazetecilikten uzaklaştılar mı? Başka boyutundan bahsediyorum. Siz unutmamış olabilirsiniz, kişiselleştirmeden soruyorum.
MENGİ:
Hayır tabii, yaptığım iş ortada…
 
SOYOĞUL: Genel medya anlamında bakıyorum, soruyorum.
MENGİ: Türkiye’de medya eğer şu anda şartların talep ettiği mücadeleci ruhu taşıyamıyorsa, bu bireysel olarak yazarın, çizerin, meslek insanının probleminden kaynaklanmıyor. Bu doğrudan doğruya müesseselere yönelik tehdit algısından, tehdit gerçeğinden kaynaklanıyor. Onun yarattığı bir daralma, onun yarattığı bir baskı, onun yarattığı bir suskunluk.
 
SOYOĞUL: Ben medyadaki çürüme anlamında kast ediyorum…
MENGİ: Hayır, şunu da ben söylemek zorundayım, yani yiğidi öldür hakkını ver demişler. İktidarın müesseselere karşı, gazetelere karşı, gazete gruplarına karşı, patronlara karşı yürüttüğü düşmanca denilebilecek tehdit ve şantaj kampanyası demeseniz bile, ona yakın bir yaklaşım tarzı; hiçbir zaman için emekçiye yönlendirilmedi, yöneltilmedi. Yani onlar tehdit edilmediler, insanlar emek bazında kendi fikirleri nedeniyle, doğrudan doğruya zarar görmediler şu ana kadar.. Bu böyle devam eder mi, o da ayrı mesele. Bunu yapan oraya kadar işi götürür mü, onu bilmiyorum.
 
SOYOĞUL: Yaşayıp göreceğiz. Bugün buraya gelirken amacım İzmir üzerine konuşmaktı. Siz, o İzmirlilik ruhuyla İstanbul’da başarıya ulaştığınızı söylediniz.
MENGİ: İzmirlilik ruhu mu? Yoksa… 
 
SOYOĞUL: İzmir’in size kazandırdıkları anlamında ifade ettiniz. İzmir’in size kazandığı disiplin, İzmir’in size kattığı değerler, neydi? Geriye dönüp baktığınızda onları aradığınızı söylediniz teybi açmadan önce.
MENGİ:
Bak şimdi, benimle sen de beraber çalıştın. Ben ne diyordum? Sabahleyin toplantı yapıyorduk ve sizler o toplantıda büyük maça çıkan futbol takımının oyuncuları gibiydiniz, ben sizi motive ediyordum orada ve son sözüm de genellikle… En azından ayda bir falan tekrarlardım: ‘Ya çocuklar, siz gençsiniz daha; eğer burada çalışırken, benim yerimde gözünüz yoksa, bırakın bu işi! 30 yaşından sonra söylerseniz eğer, çok geçmiş olur, 30 yaşından sonra yeni bir meslek kazanamazsınız, edinemezsiniz sonra’ derdim.
 
SOYOĞUL: Doğru, çok duydum bu sözü sizden.
MENGİ: Ben peygamber falan değilim, ben büyüklerimden bir şekilde gördüğüm şeyi belki, bu şekilde söylemiyorlardı onlar, ben kendime göre tercüme ederek, bu şekilde formüle ediyordum o sözleri. Rahmetli Cemil Devrim, Nevzat Kızılçam, Hayrullal Gülal'lar, daha birçokları; kıskanmazlardı bize bir şey öğretmekten. Oysa İstanbul’a geldiğimde ben, kapıdan içeriye girerken kapıcıya günaydın dediğimde, kapıcının dili tutuldu. Meğer insanlar birbirlerine bile günaydın demezlermiş. Yani burada selam alıp verme, statü göstergesiydi. Mutlaka ast durumda olan selam verecek, üst durumda olan belki selamı kabul edecek!
Ve ben, birkaç sene kapıları açıp ‘selamsızlar günaydın, selamsızlar merhaba’ diye, tahrik yoluyla selamlaşma ritüelini kendi adıma yapmaya çalıştım. Rahatsız oldum çünkü, mutlu olamadım, rahat edemedim. İstanbul’daki ilk aylarımın/yıllarımın en önemli manevi problemi buydu.
 
SOYOĞUL: Selam problemi!
MENGİ: Evet, selam problemi… İzmir, çok ileri bir şehir, sosyal dokunun yarıştığı bir gazetecilik faaliyetine sahne oldu. Yani ne verirsen alan bir müşteri/okuyucu yoktu orada. Okuyucu seçiciydi. Bir anlamda ‘gavur İzmir’de, bir Avrupa kentinde yarışıyorsun sen. O zaman iyi iş yapacaksın. İyi iş yapmak için de bir sürü rekabet düzeneği vardı orada. Ekspres Gazetesi, Demokrat İzmir gazetesi, Sabah Postası, sonra başka gazeteler... Orada meslek, iyi hayat sağlayan bir durum yarattı. Transferler başladı. Transfer olabilmek için iyi gazeteci olmak gerekti. Gazetecilik okulları açıldı, orada çalışan şefler, oralara hocalık yapmaya başladı. Hem gazetede gazeteci yetiştiriyordun, hem de akademik zeminde gazeteci yetiştiriyordun. Böyle bir bollukta, böyle bir yarış ortamında, tabii ki çok güzel bir kuşak fışkırdı. Ve onlar da işte uçtular gittiler, Kırkpınar’da da hak ettikleri yerleri buldular. Başkent'ten daha ileriydi İzmir'in gazeteciliği.
 
SOYOĞUL: Kırkpınar’a gidenler kadar, benim gibi ‘karakucak’ta kalanlar da oldu... Çeşitli nedenlerle kalanlar…
MENGİ: Evet seçim, o bir tercihti o zaman.
 
SOYOĞUL: Güreş sporundan pek anlamam, ‘karakucak’tan daha aşağısı var mı? İzmir şu anda kendi mesleğim açısından da söylüyorum, başka sektörler için de… Şu an ‘karakucak’tan aşağıda. Bu noktaya nasıl gelindi, sizin kafanızda bunun bir analizi var mı?
MENGİ: Hangi noktaya?

SOYOĞUL: Sanayide, turizmde, basında, futbolda, kentin gelişiminde, her şeyde. Bir zamanlar İzmir büyük köy diye hafif mühtehzi, alay kokan bir havada ifade edilirdi; biz İzmirliler de pek umursamazdık, ‘o köy bizim köyümüzdür’ diye karşılık verirdik. Ama şimdi gerçekten köy oldu İzmir. Büyük kasaba, mahalle diyen de var. Sanayisiyle, şehircilik anlamında çok gelişememesiyle, var olan değerlerini, iş/eğitim imkanları yaratamadığı için hep uçurmasıyla... İzmir, sizin gittiğiniz dönemden daha ileride olması gerekirdi normalde, ama İzmir’de durdurulamayan bir gerileme var.
MENGİ:
Neden, çünkü İzmir Türkiye’nin ekonomik gelişmesinden hak ettiği payı almadı.

SOYOĞUL: Birinci neden bu.
MENGİ: Siyasi nedenlerle almadı, çünkü İzmir Türkiye’nin genel siyasi gidişindeki gerilemeyi bir anlamda içine sindiremediği için, hep geri kafalı sayılabilecek, en azından layık cumhuriyeti benimseyememiş siyaset zihniyetlerin iktidar olmasından kaynaklanan muhalif pozisyonu nedeniyle, devamlı cezalandırıldı.
 
SOYOĞUL: Türkiye’yi kurtarmaya çalışırken, İzmir bir anlamda kendi zarar gören şehir mi oldu? Hani insanlar fedakarlık yaparken, kendilerine zarar verirler ya bilmeden, onun gibi mi?
MENGİ: Yok, bu bilinçli değildi, bilinçli olduğunu zannetmiyorum. Ama bedel ödedi diyebiliriz. Ama o bedel, Türkiye'yi kurtarmadı, sadece kendini korudu.
O da önemli ama… İzmir’de daha yumuşak, daha yaşanabilir, daha barışçıl bir atmosfer var. Çok sinirlenmiyor insanlar orada sokağa çıktığı zaman. Ama dediğim gibi, Türkiye’nin ekonomik büyümesi, İzmir’e taşınmadı. Özal zamanından başlayan o eleştirel duruş, devamlı olarak cezalandırıldı siyaset tarafından. İzmir’in o sanayici aileleri hepsi kayboldu gitti, elindekileri kaybettiler, elden çıkarmak zorunda kaldılar.
 
SOYOĞUL: Ya da İstanbul’a taşındılar.
MENGİ: Aslında İzmir, keşke dayanışma halinde olsa… ‘Bize dışardan kaynak gelmiyor, hiç değilse biz kendimiz ürettiğimiz kaynakların verimini İzmir için değerlendirelim’ diyen bir anlayışı da maalesef benimsemediler.
 
SOYOĞUL: Aslında tek tek konuştuklarında, çoğu İzmirli 'dayanışmamız lazım,
kendimiz üretmemiz lazım, madem kafa tutuyoruz, böyle de kafa tutmamız lazım' gibi düşünceleri, ifade ediyorlar. Ama bunları bireysel söylüyorlar. Acaba bu düşünceleri toparlayacak, fişekleyecek lider mi lazım İzmir’e?

MENGİ: Yani bir alfabe bastıracaksa bir adam, içindeki sekiz harfi İstanbul’da daha ucuza bastırıyorsa, alfabenin o sayfasını koparıyor oradan, İstanbul’da bastırıyor. ‘Kardeşim İzmir’de de var.’ ‘E, İzmir’deki 1 kuruş pahalı.’ ‘E pazarlık et, yoksa oraya götüreceğim’ de. ‘Kardeşim beni İzmir’den koparma’ de, otur uzlaş onunla. Yani kendine misyon edin. Hayır, yapmadı bunu İzmirliler.
 
SOYOĞUL: Temelde baktığınızda, siyasi tercihleri nedeniyle iktidarlarca cezalandırılması var, İkincisi, İzmirlilerin bireyselliği...
MENGİ:
İzmirlilerin bunun farkında olmaması ve gereği gibi örgütlenme becerisinden yoksun olması var.
 
SOYOĞUL: Ne kadar zamanda bir İzmir’e geliyorsunuz? Ya da en son ne zaman geldiniz?
MENGİ: Çok oldu gelmeyeli.
 
SOYOĞUL: 1 seneyi geçti mi?
MENGİ:
Yok, o kadar olmadı.
 
SOYOĞUL: Uzun aralıklarla geliyorsunuz, kentsel dokudaki gelişimi ya da durağanlığı fark etmişsinizdir mutlaka…
MENGİ:
İzmir Gazeteciler Cemiyeti ile (limana yakın) Atatürk anıtı, Cumhuriyet Meydanı arasında 3 defa gidip geliyorum, sabahları koşarken. (gülüyor) Gördüğüm o... Bir de Gündoğdu’da balık pişirici var. Günde iki öğün, oraya gidiyorum. Yani görmüyorum İzmir’i.
 
SOYOĞUL: Zihninizde hiç mi not yok İzmir’le ilgili? Biraz zorluyorum sizi ama, insan uçakta bile gittiği şehre bakıyor, vay be yeşillenmiş diyor, ya da tersini.
MENGİ: Benim İzmir’le ilgili en büyük mutluluğum, Körfez’in kurtuluşu. Benim gazetecilikteki ilk büyük devam.
 
SOYOĞUL: Siz mi yazmıştınız Yeni Asır’dayken?
MENGİ: Evet, Prof. Remzi Geldiay, Hidrobiyoloji kürsüsünü kurdu Edirne'de. Ben onunla röportaj yaptım. Bir Alman hidrobiyoloğu gelmişti; dedi ki, ‘böyle seyrederseniz, Körfez pis kokular ve hastalık yayan bir balçık haline dönüşecek ve siz onu kurutmak zorunda kalacaksınız.’ 1960'lı yıllardı. Bunun üzerine ben büyük bir kampanya başlatmıştım. O kampanya çok çok önemli bir aşamaya gelmişti. Dünya Bankası Başkanı McNamara İzmir’e geldi ve o projeyi finansa edecek, o zamanın parasıyla neydi hatırlamıyorum ama, Osman Kibar'a seçime bir ay kala vaat etti. Büyük Efes Oteli’nde misafir edilmişti. Ve Osman Kibar seçimi İhsan Alyanak’a karşı kaybetti ve o şans, İzmir’in elinden uçtu gitti. Eğer öyle bir şey olmuş olsaydı, 20 sene önce, Körfez kurtulmuş olacaktı. Sonra işte o devam etti, Ahmet Piriştina’ya nasip oldu Körfez’i kurtarmak.
 
SOYOĞUL: İzmir’de Kültür Çalıştayı düzenlendi yakın zamanda, paneller düzenliyorlar, kurullar oluşturuyorlar. Uzun süredir İzmirliler, İzmirlilik üzerine kafa yoruyorlar. Ne diyorsunuz?
MENGİ: Ben bu gayretleri anlamıyorum. İnsan ben neymişim diye arama yapar mı ya? Neysen osun. Ben bir ruh taşıyorum, herhangi bir olay karşısında değişik tepkiler veriyorum. Ben İzmirliyim diye mutlaka aynı tepkiyi bütün İzmirliler verecek diye de bir şey söz konusu değil. Yani bu İzmirliliğin; benim anlayışıma göre, İzmir’in geleneksel kültürünün üstünde tepineceği, onu arayıp da bulmak ve mutlaka ona kavuşmak isteyeceği bir şey olduğunu zannetmiyorum. İzmir, İzmirli bireycidir, İzmirli her insanın sevecek bir şeyini bulur, arar bulur. Çünkü neden? Yaşamaktan mutlu olan bütün insanlar, aynı şeyi yapar. İzmirli oldukları için değil. Zürih’tekiler, Roma’dakiler, Paris’tekiler de belki aynı şeyi yapıyordur. Ama Bangledeş’tekiler böyle değildir.
Ben İzmir’de çok güzel bir çocukluk geçirdim, her çağımın tatminini yaşayarak, ödüllerini, aferinini alarak, zılgıtını yiyerek... Ben İzmir’de yaşamasaydım, İzmir’in olanaklarını, İzmir’in o hoşgörüsünü, sevgisini, o tahammülünü, o insanları yukarı itme ahlakını yaşamasaydım, ondan yararlanmasaydım, böyle olmayacaktım. İzmir’de yaşıyor, büyüyor olmak başka bir avantaj, bir seçicicilik, imtiyaz oluyor orada yaşamak. Ama o seni İzmirli mi yapıyor? Ona İzmirli mi demek lazım? Hayır, iyi insan yapıyor seni, mutlu insan yapıyor ve İzmir’de bu imkanlardan yararlananlar çok sayıda olduğu için, kentin yoğunluk olarak önemli bir kesimini, öbür şehirlere göre daha yüksek bir yüzde sağladığı için, ona İzmirlilik diyorlar. Ben ona İzmirlilik demiyorum işte.
 
SOYOĞUL: Acaba insanlar bu özelliklerin altını çizerek, bir güç mü bulmaya çalışıyorlar? İzmir kötü durumda diyorum, siz bunu buradan görmüyorsunuz. Biraz önce de ifade ettiniz zaten. İzmir’le bağlarınızın Kordon’da, balık lokantasında kaldığını söylediniz. Burada bir grubun bir hareketin büyük bir parçasısınız. İzmir ise arayış içinde. Ararken de geçmişindeki, köklerindeki biraz önce anlattığınız bütün o güzel değerleri içinden/dışından tekrarlıyor, seslendiriyor. Tıpkı insanlar gibi; kendilerini güçsüz hissettiklerinde, kendi kendilerine ‘sen böylesin, sen güçlüsün/büyüksün’ dedikleri gibi. Sanki İzmir, bunları tekrarlayarak güç bulmaya mı çalışıyor diye düşündürttünüz bana. İzmir’de sanayicisi, gazetecisi, aydını, sosyoloğu herkes bunun üzerine konuşuyor çünkü…
MENGİ: Eyleme geçen bir şey var mı? Sadece bir hayıflanma mı, sadece bir iç çekiş mi?
 
SOYOĞUL: İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu oluşturuldu kentte, Kültür Çalıştayı yapıldı en son.
MENGİ: Çocuklar mutlu ediliyor mu İzmir’de, ben buna bakarım.
 
SOYOĞUL: Çocuklar derken, neyi kastediyorsunuz?
MENGİ: Bak, ilkokulda senede iki kez müsamere yapardık, zıngazıng dolardı. Sonra büyüdük liseye geçtik, edebiyat matineleri yapılırdı, konserler. Yine tıklım tıklım dolardı. Atletizm, spor. İzmir’de atletizm, futbol maçının toplayamadığı seyirciyi toplardı, tribünler dolardı. Yukarıya doğru itmek hadisesi budur. Şimdi o yapılmıyorsa, o genç insanlar kendilerini izleniyor hissetmedikleri için yarışmayı bırakırlar. Sevilmediklerini düşünmeye başlarlar, kendilerini önemsiz gibi hissetmeye başlarlar ve iddialardan koparlar.
 
SOYOĞUL: Yani bu kent, çocuklarına ne veriyor, ona mı bakalım?
MENGİ: Evet, evet. Ben lise 2. sınıftaydım, edebiyat matinelerine çıkıyordum, orkestra kurmuştuk, konser yapıyorduk. Yüzme şampiyonu olduk, sonra atletizm şampiyonasında 200-400 metrede birinci oldum. Müdür yardımcısı çağırdı, ‘öğretmenler kurulu seni ödüllendirmek istiyor oğlum, sana bir hediye almak istiyorlar, ne istersin?’ dedi. Şaşırdım. ‘Elbise iste mesela’ dedi. Tamam elbise dedim. O güne kadar hiç üzerime uygun bir elbise sahibi olmamıştım. Hep büyüyorum diye, rahmetli babam iki beden büyük diktirirdi, ancak eskidiği zaman üzerime denk gelirdi o elbiseler. (gülüyor) Aileme haber vermeden, gizlice o imkanı kullanmıştım. Lacivert, üstüme tam oturan bir elbisem olmuştu. Bak onu düşünüyorum şimdi, nasıl kanatlanmıştım o zaman. Var mı böyle bir şey okullarda, sanmıyorum. Öyle öğretmenler de yok korkarım ki. Çünkü bizim öğretmenlerimiz, çocukluklarında ‘öğretmen olacağım’ diye büyümüş öğretmenlerdi. Başka bir iş yapamadıkları için öğretmen olmuş, öğretmen kaynaklı eğitimden geçmemiş insanlar var şu anda maalesef…
 
SOYOĞUL: Neden-sonuç ilişkileri zincirleme tabii ve bu anlattıklarınız, sadece İzmir için değil, Türkiye için de geçerli. Ama ben bir İzmirli gazeteci olarak, İzmir nasıl kanatlanabilir, İzmir gerçekten o gücünü nasıl yeniden ortaya çıkarabilir diye soracağım yine ısrarla… Çünkü İzmir’de o güç var, ama gömülü, gömüldü. Hala o güç var İzmir’in içinde.
MENGİ: Tabii. Olmaz olur mu?
 
SOYOĞUL: İzmir cezalandırıldı, cezalandırılmaya da devam edecek, belli. Dili geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek zaman ekleri İzmir için işliyor. ‘Ne yapabiliriz’e geliyoruz o zaman. Bu kentte yetişmiş önemli gazetecilerin kapısını, bunun için çalıyorum. Siz de bir katkı koyun, bazen sorunlara uzaktan bakmak daha yapıcı oluyor. İzmir nasıl kanatlanabilir?
MENGİ: İzmir’den kaçmış olanların günahından sen, İzmir’in kanatlanma formülünü çıkaracaksan…(gülüyor)
 
SOYOĞUL: İzmir’den kaçmış olmanızı günah olarak değerlendirmiyorum ama... O zaman sizin/sizlerin gidişi, terfi gibiydi, gazeteciliği kanıtlamak içindi. İzmir’den asıl şimdi kaçıyor insanlar. O söylediğiniz yanlış. Eskiden insanlar bir adım öne çıkıyordu, sonra bir başka kuşak devralıyordu, sonra onlar yükseliyordu. Şimdi öyle değil. Tıkandı. Gazetedeki köşenizi bir gün bunun için, İzmir'e ayırmanız bile; o doğduğunuz ve mutlu olduğunuz İzmir’e vefanız olur. Borcunuzu ödersiniz.
MENGİ: Doğru olduğunu düşündüğüm bir reçete bulsam, herhalde esirgemem. Ama o kadar farklı etkenlerin yarattığı bir hercümerç ki bu? Yani oradan doğruları seçmek... Aslında herkes kendi bildiği doğruya itaat edecek, saygı gösterecek, onun peşinde koşturacak. Yani İzmir’de yaratılmış bireysel başarılar, kentin başarısı olur neticede. Hatta hatta, İzmirlinin başka yerde sağladığı başarı da İzmir’in başarısı olur.
 
SOYOĞUL: İstanbul’daki İzmirli gazetecilerin başarısıyla gururlanıyoruz işte…
MENGİ:
Biz şimdi hepimiz İzmir’de yaşıyor olsaydık, İzmir daha iyi bir kent olmazdı. Aslında İzmir’in kendi hayat görüşüyle, o sevecen, o uzlaşmacı, o yaratıcı, o müspete bakan, çağdaşlığa dönük karakterini sahiplenip, ortak bir dinamiğe çevirmesi lazım. Onun aracı nedir? Sivil toplum örgütleridir, üniversitedir. Üniversiteyi ben İzmir’e karşı (Türkiye’de de öyle) görevlerinden soyutlanan, kendi içindeki problemlere gömülen, sesi kesilen… Sesi niye kesiliyor? Çünkü düşünmesine izin verilmediği için, üniversite üniversitelilikten çıktı. Sivil toplum örgütleri... O odalar, meslek odaları, ‘e yetti artık’ dedirten günleri, ben bugün arıyorum. Ne nimetmiş onlar meğer, hiç kıymetini bilmemişiz.
Bugün Türkiye, partilerin grup toplantıları gibi. Grup Başkanı olarak lider çıkıyor, lap lap lap konuşuyor, alkışlar, iniyor. Bir hafta sonra bir daha... Sizde bir muhalefet yok mu? Biriniz bir öksürün bari, bir öksürün!
İzmir’in toparlanması, aynı meslek gruplarının iyi şekilde örgütlenmesi yetmiyor, yatay ilişkilerin de iyi gelişmesi gerekiyor. Ve özellikle de gençliğin, çocukların, okulların İzmirli hale getirilmesi gerekiyor. Bizim zamanımızda Kız Lisesi, Atatürk Lisesi, Ticaret Lisesi, Amerikan Koleji, devamlı yarış vardı; eğitimde, edebiyatta, müzikte yarış vardı, sporda vardı. Ne oldu bunlar?
İzmir Türkiye’deki sanayileşmeden payını aldı mı? Bursa gibi, Kayseri gibi, Eskişehir gibi… Siyasete rağmen daha cazip imkanlar sağlamak suretiyle İzmir’i evsahibi yapabilirdi.
Ege’nin ticari ve ekonomik zenginliği, daha ziyade tarımsal tabana dayanıyor. Tarımsal alandaki avantajlarını, sanayileştirme yönünde yani Pınar örneğindeki gibi yapılamaz mıydı diye düşünüyorum. Geliştirilmesi gerekirdi diye düşünüyorum ve İzmir, Türkiye’ye değil, dışarıya ihracat şansı olan bir kapı da olduğu için, yeterince değerlendirildi mi, şüphe ediyorum.
Ziraat Fakültesi iyi kullanıldı mı, ondan da şüphe ediyorum. Ben yıllar var ki üniversitelerden toplumsal ve ekonomik bir proje üretilsin de üzerinde tartışılsın, hiç hatırlamıyorum. Dumura uğradılar. Faizle ve borsa kazançlarıyla kolay kazanmaya endekslenmiş bir toplum oldu Türkiye’nin alışkanlıkları maalesef… 
 
ANILARIM DİNAMİTTİR YAZAMAM
 
Vatan Gazetesi Başyazarı, İzmirli gazetecilerin ise “Güngör Abi”si Güngör Mengi ile, ilk bölümde “İzmir üzerinde” konuşmuştuk. Bu bölümü ayırdım; çünkü, birincisi ilk bölüm çok uzun olacağı için; ikincisi, bu bölümde bir miktar “kişisellik” bulunduğu için…
Belki de ilk bölümü “başyazarlık”; bu bölümü de “Pazar yazıları” niyetine okuyabilirsiniz.
Ne kastettiğimi, okuyunca anlayacaksınız…
 
SOYOĞUL: Siz Vatan’dan önce Sabah’ta da başyazardınız.
MENGİ: Ondan önce de Yeni Asır’da.
 
SOYOĞUL: Dediğinin, söylediğinin altına imzasını atan adam diyorlardı Yeni Asır okurları size... Başyazarlık nedir? Batı'da, ABD'de böyle bir kavram var mı?
MENGİ: Bence yok. Başyazı bir anlamda gazetenin tüzel kişiliğini temsil eden bir kimlik ve o gazetenin o alanda, yazılmış yazının konusu ile ilgili tavrını ortaya koyan bir sütundu. Normal olarak hangi alandaysa, ekonomi ise ekonomi editörünün, siyasalsa siyaset editörünün, bir dış politika problemiyse dış haberler editörünün normal olarak yazması gereken bir şey. Türkiye’ye özgü bir şey. Tahmin ediyorum ki, bir zaman sonra aslına rücu edecektir. (gülüşmeler) Ben o fonskiyonu, mümkün olduğunca kendi seçimlerine, çok ara yollara girmeden, ayrıntıya girmeden, ana yolda gitmek suretiyle, ana yol 6 şeritli bir yol olduğu için, mümkün olduğunca hata yapmadan, genel ilkelere ve ahlaki ilkelere, hukuka saygı göstermek ve onun içinde kalmak suretiyle kendi yaratıcılığımı da ekleyerek, bunu sürdürmeye çalıştım.
Ve beni sınırlayan bir şeydir bu. Gazeteyi riske sokamazsınız.
 
SOYOĞUL: Ben de bunu soracaktım işte. Niye böyle bir tercihte bulunuyorsunuz, yaratıcılığınızı neden sınırlıyorsunuz? Bu sınırlar içinde ne kadar yaratıcılık gösterebilirsiniz ki?
MENGİ: Ben onu hakaret etmemek suretiyle, 50 yıllık bir tecrübenin sonucu olarak, hem okunabilir bir şey olsun, hem gazeteye sıkıntı vermesin ve gazetenin telkin etmeye, önermeye çalıştığı bir yol ve yöntem olsun; buna dikkat ederek yapmaya çalıştım. Yazdığım gazetelerin başını da derde hiç sokmadım.
 
SOYOĞUL: Hiç vukuatınız yok mu?
MENGİ: Bir tek rahmetli Özal'a ‘piknik tüpü’ demiştim. (Kahkahalar)
Küfür falan ediyordu, ben de onu tıbbi olarak ‘piknik tip’ diyorlar ya hani, ‘kısa boylu boynu olmayan, şakacı, fazla derin olmayan, ama pek çok şeyi bildiği kabul edilen tip’lere. Ben de ondan benzetme yaptım. Hakim de, ağır ceza reisiydi, o da aynı fizikteydi, 'Ben de o piknik tipe giriyor muyum, ben de piknik tüp oluyor muyum’ dedi bana mahkemede.(Kahkahalar) 
 
SOYOĞUL: Nasıl bitmişti o dava?
MENGİ: Beraat ettim ama bana o beraat kararının yanında bir de nasihat verdi, ‘iğneyi dikine batırma, biraz yan batır’ dedi.
 
SOYOĞUL: Baba hakimmiş.. Ben hep merak ederim, sizden bir gün bir pazar yazısı okuyacak mıyız? Bir gün şu anlattıklarınız, yürürken koştururken, geçmişte bana faydası olmuş insanları hatırlıyorum demiştiniz. Bunu bir yazar yazısı yapsanız nasıl güzel olur… Neden böyle bir yazıyı hem kendinizden, hem de okurlarınızdan saklama ve muhafaza etme gibi bir tutuculuğun içinde olduğunuzu size sorsam?
MENGİ: O çok bana ait bir şey. Her şeyin paylaşılması gerektiğini ben düşünmüyorum.
 
SOYOĞUL: Ben de kabul ediyorum bunu. Ama ben Ayşe Arman gazeteciliğinden bahsetmiyorum. Haydi halka açılalım, kamuya açılalım demiyorum. Sizin biraz önce bana anlattıklarınız, kötü örnek olacak şeyler mi? Tam tersine, tam tersine.
MENGİ: Hayır hayır, kötü değil de bak şimdi. Hasbelkader benim talebimle olmadı benim meslekteki üstlendiğim rol. Bir yerde bir sürü etkiyle, tepkiyle tesadüflerle oldu. O rol, toplumun çok fazla gözü önünde röntgenim elinde gezen bir adam rolünde olmama engel. Aslında başkası için engel olmayabilir ama benim ölçeklerimde engel. Mesela ben o sebeple tv’deki tartışma programlarına bile çıkmıyorum.
 
SOYOĞUL: Biliyorum, bu röportajı yapabilmek için de az şeytanlık yapmadım.
MENGİ:
Neden, çünkü benim söylediğim bir şey, bir yerde gazeteyi bağlıyor. Ben ertesi günü çıkan yazıyı 20 defa değiştirme şansına sahibim. Ama ağzımdan çıkan bir şeyi düzeltmek belki mümkün olur ama onun maliyeti vardır. Ve ‘yahu, bize akıl veren adam, ya da şimdiye kadar görüşlerini hep tutarlı bularak saygı duyduğumuz adam, bu adam mıymış?’ diyen birisi çıkabilir ihtimalini devamlı göz önünde tutmak mecburiyetinde olduğumu düşünüyorum. Neden? Çünkü, sizi her okuyucu başka türlü tarif ediyordur kafasında. Çünkü herkesin idealinin vasıfları başka türlüdür. Siz o vasıfları, yüzde 90 ölceğinde, okur, seyirci katında tatmin ettiğinizi düşünseniz bile, yüzde 10, yine ilk yayında kaybınız var demektir. Yüzde 10 orada, yüzde 2 orada, yüzde 3 orada, bir bakmışınız ki, Obama’nın durumuna düşmüşünüz. (Kahkalalar)
 
SOYOĞUL: İstemiyorum diyorsunuz, öyle olmak.
MENGİ: Hayır yani, bana ait bir özgürlük olduğunu düşünmüyorum artık.
 
SOYOĞUL: Şöyle olsa, Güngör Mengi başyazarlıktan bir şekilde ayrılsa, başyazarlık kaldırılsa, velev ki yeni bir gazetede, yeni bir köşede.. O zaman Güngör Mengi farklı...
MENGİ: Çok az farklı olurdu... Çünkü ben düşünmediğim şeyleri, numaradan yazmadım.
 
SOYOĞUL: Hayır, asla öyle olduğunu düşünmedim.
MENGİ: Hayır, numara derken, böyle olması, işte böyle daha oturaklı olur diye değil. O benim işte.
 
SOYOĞUL: Ben de diyorum ki, siz renkli bir insansınız, o renkli yanınızı hiç açmayacak mısınız?
MENGİ: Onu açmadan, düşündüğüm şeyleri yazacağım.
 
SOYOĞUL: Anılarınızı yazmayı düşünmüyor musunuz?
MENGİ: Anılarım dinamittir, hiç düşünmüyorum.
 
SOYOĞUL: Nedir nedir?
MENGİ: Dinamit, dinamit.
 
SOYOĞUL: (Kahkahalar) Patlamayacak yanlar da vardır.
MENGİ: Var tabii, var, şaka ediyorum.
 
SOYOĞUL: Düşünüyorsunuz, yüzünüzden anlaşılıyor. Sadece birinin sizi biraz itmesi, yardım etmesi gerekiyor gibi..
MENGİ: Ama hiçbir zaman için belge anı yazmam.
 
SOYOĞUL: Belge değil. Biraz önce anlattıklarınız arasında duygusal, komik, çok hoş anektodlar vardı. Mesela Körfez’le ilgili söyledikleriniz. Ama daha çok çalışmanız lazım, bir destek lazım belki.
MENGİ:
Şöyle Çeşme’ye, Bodrum’a doğru uzanmak lazım. Mercan avlamak.
 
SOYOĞUL: Mercan avlamak? Yapar mıydınız? Nasıl avlanıyor? Özel bir yöntemi var mıdır? Hiç anlamam.
MENGİ: 40 metre ile 60 metre derinden, oltayla, sabah 4-5 gibi çıkacaksın, gideceksin, Sakız adasıyla kerterizi vardır onun oraya...
 
SOYOĞUL: Ama siz İzmir gibi Çeşme’yi de terk ettiniz değil mi?
MENGİ: Evet, yani Çeşme’yi de terk ettik. (hüzünleniyor)
 
SOYOĞUL: Ne zaman? Yakın zamana kadar sanki ben sizin orada olduğunuzu sanıyordum.
MENGİ: Gülgün, kızım orada canım.
 
SOYOĞUL: Biliyorum da, siz?
MENGİ: İki senedir. Geçen sene gittim ama bu sene gidemedim, Bodrum’a gidiyoruz.
 
SOYOĞUL: Neyse, orası da Ege ama.
MENGİ: (hüzünle…)Tabii, Çeşme’nin hali başkadır...

 
Ne ırkçıyım, ne de anti-demokrat!
 
İzmir, 35. sıraya kadar düşecek galiba...
YORUMLAR
 Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 

Bu haber henüz yorumlanmamış...

FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
KATEGORİDEKİ DİĞER HABERLER
Ne ırkçıyım, ne de anti-demokrat!
Yazarımız Gönül Soyoğul'un Hürriyet gazetesi yazarı Yılmaz Özdil'le yaptığı söyleşi...
Devlet yakaladığını soyuyor!
Yazarımız Gönül Soyoğul ve Genel Yayın Yönetimimiz Ümit Yaldız'ın Turgut ...
Muhalefet yok, Kabak Şov var!
Rıfat Nalbantoğlu; AKP'den, medyaya, yerel yönetimlerden, Kent A.Ş'e, ...
 
Sav'ın ağzından 'Gandhi Kemal'in doğuşu
Genel Yayın Yönetmenimiz Ümit Yaldız'ın Cumhuriyet Halk Partisi Genel ...
Miami'deki evlerimi bir bulsam...
Yazarımız Gönül Soyoğul ve Genel Yayın Yönetmenimiz Ümit Yaldız'ın eski ...
Kocaoğlu'nu insan olarak seviyorum
Yazarımız Halit Tunç'un İzmir Valisi Cahit Kıraç'la yaptığı söyleşi...
 
Buca'ya müdahil oldum, dinletemedim!
Yazarımız Gönül Soyoğul ve Genel Yayın Yönetmenimiz Ümit Yaldız’ın Cumhuriyet ...
AKP yine gelse Buca'yı kurtaramazdık!
Yazarımız Gönül Soyoğul'un Buca Belediye Başkanı Ercan Tatı'yla yaptığı söyleşi...
'Taha Bey doğru adaydı'
Yazarımız Gönül Soyoğul, Genel Yayın Yönetmenimiz Ümit Yaldız ve Genel ...
 
Filiz SEZER
Filiz SEZER
Etkili fedakârlık ve kayıp milyarlar
Nedim ATİLLA
Nedim ATİLLA
İzmir’in deprem bölgesindeki büyük dayanışması…
Mehmet KARABEL
Mehmet KARABEL
Bu seçimin neden bunca talibi var?
Engin ÖNEN
Engin ÖNEN
İzmir kimin ya da neyin kalesi?
Tayfun MARO
Tayfun MARO
Erkek dediğin öldürür
Cumhur BULUT
Cumhur BULUT
Foça, Tire, Çeşme ve Dikili de MHP diyecektir
Kemal ARI
Kemal ARI
Oyumuz, onurumuz ve özgürlüğümüzdür...
Dr. Berna BRIDGE
Dr. Berna BRIDGE
Diktatör
İhsan Özbelge ÖZDURAN
İhsan Özbelge ÖZDURAN
Sağduyu marifeti ile seçebilmek…
Rifat ÖZER
Rifat ÖZER
Son hafta
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
GAZETE EGE'DE SONSÖZ
KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva