RÖPORTAJLAR
12 Temmuz 2011 Salı

'Balbay yazdıklarıyla hesaplaşmak zorunda'

Gazeteci yazar Gönül Soyoğul, hukukçu gazeteci Fikret İlkiz’e ‘medya ve yargı’yı sordu. İkisi de egedesonsöz yazarı olan Soyoğul ile İlkiz’in bu samimi söyleşisinden ortaya; uzun ama akıcı, en önemlisi çok bilgi içeren, akılda kalıcı bir röportaj çıktı.

 Balbay yazdıklarıyla hesaplaşmak zorunda

BAŞLARKEN…
Gazeteciliğin en çok tartışıldığı, üstelik rekor sayıdaki ceza davaları ve tutuklamalar nedeniyle, bu tartışmanın çoğu zaman ‘yargı üzerinden’ yapıldığı bir dönemden geçiyoruz uzun süredir.
24 Temmuz'da sansürün kaldırılışının 103. yıldönümü kutlamalarında, söylenecekler şimdiden belli mesela.
Türkiye'nin basın özgürlüğü sıralamasında, 196 ülke arasında 112. sıraya gerilediği ve "yarı özgür" ülkeler kategorisinde yer aldığı açıklanacak.
Bir kez daha tutuklu gazetecilerin sayısı güncellenecek, listeler yayımlanacak.
Yargılanan gazeteci sayısının iki bini aştığını; 10 bin gazeteci hakkında da soruşturma açıldığı bilgisi verilecek.
Sansür nedeniyle toplatılan, kapatma cezası verilen gazetelerin adları ve aldıkları cezalar sıralanacak.
Kaç kitabın toplatıldığı, kaç yazarın yargılandığı, kaç yayınevinin toplatılan ve hakkında dava açılan kitaplar nedeniyle, para ve hapis cezası kıskacında susturulmaya çalışıldığının bilançosu paylaşılacak...
Henüz basılmamış kitapların toplatıldığı, bu nedenle gazetecilerin tutuklandığı...
Sırf kitap çevirdiği için çevirmenlerin bile yargılandığı bir ülkede yaşadığımızın altı çizilecek. Uzun ve hazin bir liste, uzayıp gidecek…
*
Mart başında iki araştırmacı gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması, Ahmet Şık’ın henüz taslak halindeki kitabı üzerinde koparılan fırtına, gazetecilerin bu kez köşelerinden çıkıp ‘basın özgürlüğü’ için protesto yürüyüşleri düzenlemesi, Şık’ın kitabının taslak kopyalarının avukatlarından dahi istenmesi üzerine…
Ahmet Şık’ın da avukatı sevgili Fikret İlkiz’e, bu kez ‘röportaj’ için başvurdum.
Niye İlkiz?
Ekşi Sözlük’te ‘demir leblebi’ diye tanıtılan, Anadolu’da ‘Anadolu basının kaplanı’ olarak sıfatlaştırılan İ.Ü. Hukuk Fakültesi mezunu Fikret İlkiz, Güncel Hukuk Dergisi Genel Yayın Koordinatörü, İstanbul Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi İletişim Fakülteleri öğretim üyesi, Bilgi Üniversitesi Hukuk ve İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Hukuk Danışmanı’dır.
Basın Konseyi ile Dayanışma Vakfı Kurucu Üyesi, Umut Vakfı Mütevellisi ve Yönetim Kurulu Üyesi, İnsan Hakları Kurumu Vakfı Kurucu Üyesi, Türk Ceza Hukuku Derneği Genel Sekreteri ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Onursal Üyesi’dir ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 1998 Basın Özgürlüğü Ödülü sahibidir.
*
Basın özgürlüğü için basından daha fazla canını dişine taktığına şahit olduğum Fikret İlkiz’le, Nisan sonunda konuştuk.
Araya önce İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne yapılan operasyon, ardından seçim süreci nedeniyle “acil” röportajlar girdi. Kendi söküğünü dikemeyen terziler misali, konusu ‘medya ve yargı’ olan bu söyleşi, kayıt cihazımın içinde bekledi.
Sevindirici (ve bencilce) olan, bu sürede röportaj güncelliğini kaybedip bayata dönüşmedi.
Üzücü olan, basın özgürlüğünde, bu sürede de bir adım atılmadı; özgürlüğüne kavuşan bir gazeteci bile olmadı; meslektaşımız Mustafa Balbay, İzmir’den milletvekili seçilmesine ve CHP’nin yemin boykotuna rağmen, demir parmaklıkların dışına çıkamadı.
Balbay’la Cumhuriyet Gazetesi’nde uzunca dönem birlikte çalışmış olan avukat Fikret İlkiz’in, üç ay önce öngördükleri, ne yazık ki birebir gerçekleşti.
Hem hukukçu hem gazeteci gözüyle nasıl göründüğümüzü görmek/bilmek için, uzun ve yoğun bir okumaya hazır olun…
 
GÖNÜL SOYOĞUL: Basına bulaşman, biz gazeteciler için şans da; nasıl oldu bu iş? Kendini basının içinde nasıl buldun?
 
FİKRET İLKİZ: Avukat olarak basına bulaşmam senin yüzünden oldu. Anımsarsan konuştuklarımızı “yazsana” demiştin ve ben de senin sözünü dinleyip her hafta yazmaya başlamıştım Yeni Asır’da… Patron sendin…Aslında öncesi, sonrasını ortaya çıkardı. 1980 öncesi avukat olarak mesleğe başladığımda DİSK ve bağlı sendikalarda çalışıyordum. 12 Eylül oldu ve DİSK ile bağlı sendikaların yönetim kurulları, yani bizim patronlar sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmaya başlamıştı… Doğal olarak sıkıyönetim mahkemelerinde avukatlığımı sürdürmeye başladım. Sıkıyönetim mahkemelerinde önce DİSK ve sendika yöneticilerinin ve daha sonra çoğalan müvekkillerin savunmanlığını üstlendik. Bu arada ben sıkıyönetim mahkemelerinin koridorlarında gazetecileri gördüm, gazetecileri tanıdım. Olağanüstü dönemde avukatlık yaparken, sabahın saat 8’inde başlayıp gece yarılarına kadar süren ve ertesi gün yeniden başlayan davalar, duruşmalar sırasında, siz avukatlık yapmaya çalışıyorsunuz, öte yandan gazeteciler de haber peşinde koşuyorlar… Onlar da, devam eden bu davaları izleyen gazeteciler olarak, sizinle birlikte aynı davayı izliyorlardı. Bu meslek grubuyla, gazetecilerle benim tanışmam, olağanüstü dönemde sıkıyönetim mahkemesi koridorlarında gerçekleşti. Bir de gazeteciler size davada neler olup bittiğini sorduklarında hukuken doğru bilgi vermeniz gerekiyordu. Çünkü haberler sizden alınan bilgilerle ve ona göre yazılıyordu… Gazeteciler gerçekten sıkıyönetim yargılamalarında uzmanlaşmışlardı ama yine de bilmedikleri hukuki bazı konuları da sizlerden öğreniyordu. Bazen duruşma aralarında, öğlen vaktinde bürolarımıza giderken gazetecilerin bizlere verdiği film negatiflerini, bazen yazdıkları haberleri gazetelerine veya ajanslarına bıraktığımız oluyordu… Çünkü onlar kalıp diğer davaları da izliyordu ve iletişim sıkıyönetim koşullarında çok sınırlıydı… Böyle bir dayanışma ve dostluk kendiliğinden oluşmuştu zaten… Böylece, gazetecilerle böyle bir danışma ve dostluk başladığı andan itibaren benim yaşamımda, avukatlık mesleğimle gazeteciliğin kesiştiği bir dönem de başlamış oldu. Giderek bir davada yaptığınız bir savunmanın haberini veya fotoğrafını ertesi gün gazetede okuduğunuz zaman –size göre tabii ki- haberin ne kadar eksik olduğunu, haberde savunmanızın nasıl kesildiğini, bilinmeden yapılan bu kesme yüzünden haberin de aslında ne kadar kötü bir haber haline geldiğini görüyorsunuz… Giderek sanki haberi siz yazmışsınız gibi ve sanki yaptığınız iş gazetecilikmiş gibi haberin eksikliğini fark etmeye ve bu tür hataları görmeye başlıyorsunuz. Gerçekten Türkiye’nin olağanüstü sıkıyönetim döneminde, zorluklara karşın fevkalade iyi yapılan bir gazetecilik gördüm. Ben bu gazeteciliğe, bu gazeteciliğin ne kadar zor koşullarda yapıldığına tanığım. O dönemin zorluklarına ve risklerine yakından baktığınızda, örneğin, bazı duruşma haberlerinin yayınlanması gazetelerin kapatılmasına neden olurdu. Siz bunları gazetecilerle aynı ortamda bulunan bir avukat olarak yaşayarak görürdünüz. Ben böyle bir dönemin bizzat içinde yaşadım ve gördüm. İnsanların sıkıyönetim duruşmalarında çektiği sıkıntılardan tutun da, bu çekilen acıları haberleştirdikleri için yargılanan gazetecilerin sıkıyönetim davalarına da tanıksınız. İşte bu yüzden, sıkıyönetim döneminde yapılan avukatlık yanında, tanık olduğum gazeteciliğin, nasıl bir gazetecilik olduğunu, sıkıyönetim mahkemeleri koridorlarında ve duruşma salonlarında öğrenmeye başlamıştım dersem, hiç abartmış olmam. O zaman da tabii ki en zor koşullarda bile yaptıkları gazetecilik nedeniyle gazetecilerin neden korunması gerektiğini en sert dönemde, sıkıyönetim ortamında öğrenmiş oluyorsunuz.

 
SOYOĞUL: Seni mesleğin gereği gazetecilerle buluşturan dönem, olağanüstü bir dönem.  Hukuk konusunda 12 Eylül dönemi ile bugünkü dönem arasında fark olmadığını, hatta bazı gazeteci yazarlar daha da ileri giderek, bu dönemin o dönemden daha ağır şartlara sahip olduğunu iddia ediyorlar. İki dönemi de mahkeme koridorlarında yaşamış/yaşayan bir avukat olarak, karşılaştırırsan, ne dersin?
 
İLKİZ: 12 Eylül 1980 sonrası yaşanan dönem aslında olağanüstü dönemdir. Hukuksuzluk veya yasaya aykırılıkların sıkıyönetim döneminde gerçekleştirildiği açıktır. Bu biliniyor. O zaman birinci tespit bence şudur: Sıkıyönetim döneminde neyle karşılaşacağınızı bilirsiniz. Size göre net olan şudur; sıkıyönetim vardır ve bu durumun kendisi zaten hukuka aykırıdır. İşlemleri de zaten kendiliğinden hukuka aykırı olacaktır ve o halde neyle karşılaşacağınızı çok net biliyorsunuz demektir...
 
SOYOĞUL: Sıfır sürpriz’li bir dönem yani sizin için…
 
İLKİZ: Evet öyle… Örneğin bilirsiniz ki eğer (x) haberini sıkıyönetim yetkililerinin istemediği şekilde yazarsanız, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununa aykırılıktan dolayı, haberinizin yayınlandığı gün hakkınızda dava açılabilir. Tutuklanabilirsiniz ve hakkınızdaki iddianame bir ila 3 yıl arasında ya da basit bir şeyse 3 ile 6 ay arasında yazılabilir Duruşmanız başlar, iddianameye karşı savunmanızı yaparsınız ve büyük bir olasılıkla da hakkınızda mahkûmiyet kararı verilir!  Bakın bunların hepsi bu kadar nettir ve bellidir. O zaman başınıza gelecekleri kestirmeniz hiç de zor değildir.
 
SOYOĞUL: Ya bu dönem?
 
İLKİZ: Bu dönem? Bazı şeyler hiç net değil! Yani neyin suç olup olmadığını bilmeniz veya kestirmeniz veya başınıza ne gelebileceğinizi kestirmeniz, bu günkü demokrasi içinde zordur.  Ama dönemi karşılaştırdığınız zaman, örneğin yasaların tümü, önceki dönemlere göre çok demokratiktir ve demokrasiye çok uygundur. Demokratik bir ortamın gerektirdiği kanunlar çıkartılmıştır. Herkes kanunlara baktığı zaman neyin suç, neyin suç olmadığını, eski olağanüstü döneme göre daha rahat bilebilecek durumdadır. Ama yazılanla yapılan arasında meydana gelenler sizi endişeye sevk eder. İşte, o dönemdeki gazetecilik nedeniyle başınıza ne gelebileceğini bilmenize rağmen, bu dönemdeki gazetecilik anlamında başınıza ne gelebileceğini, kestiremezsiniz ve öngöremeyebilirsiniz… Mutlaka tayin etmeniz gerekiyor mu? Hayır, böyle bir şey söz konusu değil. Ama en azından insanlar neyin suç olup neyin olmadığını, bilmek konumundalar.
 
SOYOĞUL: Peki bunu bir örnekle somutlaştırabilir miyiz?
 
İLKİZ: Çok basit. 2011 yılı Mart ayında tutuklanmış olmaları çok tartışılan iki gazeteci var… Nedim Şener ve Ahmet Şık… Bu iki gazeteciye yüklenen suçlama silahlı terör örgütünün üyesi olmak… Şimdi kamuoyu şunu soruyor. Bunların ikisi de gazeteci. Ne oldu da iki gazeteci tutuklanıverdi? Bakın bunlar kamuoyunun sorduğu sorular… Aslında Nedim Şener de, Ahmet Şık da kendi kendilerine “ne yaptık biz de tutuklandık’ sorusunu soruyorlar. Düşünebiliyor musunuz, hem toplum merak ediyor, hem de iki gazeteci ‘biz ne yaptık da tutuklandık’ diye merak ediyor. Savcılığa çıkıyorlar, kendisine sorular soruluyor. Gazetelerde yayınlanan Ahmet Şık ve Nedim Şener’e sorulan sorulara bakıyorsunuz, ‘hangi kitabı yazdın, hangi haberi yazdın, bu haberi yazarken onunla niçin görüştün, bu haberin içerisinde şu kişiyle görüştüğün iddia ediliyor, ne diyorsun’ gibi sorular soruluyor. Yani bu iki gazetecinin, hayatları, meslekleri, gazetecilikleri sorgulanıyor. Yazdıkları haberleri, kitapları sorgulanıyor.

 
SOYOĞUL: Peki böyle bir soru sorulabilir mi? Ya da şöyle diyeyim, daha önce benzeri davalarda bu tür sorularla karşılaşılır mıydı?
 
İLKİZ: Basın davalarına baktığınız zaman, gazetecilerle ilgili olmak üzere açılan davalarda yazdıkları haberler veya yazdıkları kitaplardır suçlama konusu. Yazdığınız kitaplar, haberler, gazetedeki söyleşilerinizdir suçlama konusu… Ama Ahmet Şık için “yazdığı” ama “yayınlanmayan” kitaptan ve kitabın üzerinde bulunan notlardan dolayı soruşturma yapılıyor ve bu notlar nedeniyle tutuklama kararı verildiği anlaşılıyor… Ender rastlanan bir durumdur bu. Yazdığı kitap nedeniyle, ‘bu kitabı ben yazdım, arkadaşlarıma gönderdim onlar bana şurasını düzelt dedi; yani bir anlamda akıl sordum, neresini düzeltmem gerektiğini konusunu meslektaşlarımla konuştum, hukuki bir hata olmasın diye avukatlarıma sordum’ diyen bir gazeteci var…
 
SOYOĞUL: Bunu hep yaparız biz gazeteciler. Bir kitap yazmadım ama yaptığım kaç röportajı ya da bir köşe yazısını, hata var mı, hakaret suçu içeriyor mu diye sana pek çok kez sormuşluğum/danışmışlığım vardır.
 
İLKİZ: Gazetecinin hayatındaki olağan bir iş, olağanüstü bir sorun haline geliyor. Ve anlam veremediğiniz bir nedenle tutuklanıyorsunuz. Şimdi bu durum çok görülen ve her zaman rastlanan bir olgu değil. Bu aslında gazetecilerle ilgili olmak üzere ya da insanların haberleri/kitapları nedeniyle tutuklanması gibi bir problemi de beraberinde getiriyor. Bunu şunun için söylüyorum. Aslında gazeteci olarak baktığınız zaman, Türkiye’de bir problem var demektir. Yazarların yazdığı kitaplardan dolayı ya da sizin okuduğunuz kitaplardan dolayı bir problem var demektir. Haberlerden, yorumlardan, okuduğunuz kitaplardan edindiğiniz kültür ve dünya görüşünden kaynaklanan bir problem var demektir. Sebebi de çok net bana göre. Çünkü tutuklu olan; aslında sizin hayatınız, tutuklu olan sizin haberleriniz, tutuklu olan sizin kitaplarınız… Devlet, hukuk, mahkemeler, yargı farklı olabilir. Ama insanlara bazı olayların yansıması da böyle olur. Benim de görüşüm odur ki, insanları yazdığı kitaplardan dolayı suçlayamazsınız. Suç işlediği iddiasında bulunabilirsiniz. O zaman bir yargılama yapılır. Bir mahkeme kararı ortaya çıkar. O mahkeme kararı her zaman doğru bir karar, her zaman haklı bir karar olmayabilir… Çünkü toplumla yargı kararının kesiştiği noktada, her olayda bilemediğimiz, nasıl değerlendireceğini tam kestiremediğiniz bir kamuoyu vicdanı ile karşılaşabiliriz. Çünkü dile düşmüş davalardır bunlar. Köşe yazarlarının yorumları hakkındaki davalar böyledir örneğin ve kamuoyuna böyle yansır. Sebebi çok basittir. Genellikle yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiler üzerine yazılar yazar köşe yazarları… Eleştiri yazılarını yazar; hatta gazeteler taraflı olduğu konularda, taraf tuttukları yerde, gazete başlıklarını ve manşetlerini ona göre verirler. Gazeteciler haberlerini yayınlarken, kamuoyu onların süzgecinden geçmiş olan haberleri/haber başlıklarını görür. Bütün bunların hepsi bildiğiniz gibi, gazetelerdeki toplantılar sırasında, gazetelerin yayın politikasına bağlı olarak belirledikleridir. Ve siz bu başlıkları böyle attığınız zaman, bu haberleri bu şekilde yayınladığınız zaman da toplumda oluşan görüşler tartışılmaya başlar. Yani biz okuyucular bu sürece katılmaya başlarız. Doğruluğunu ve yanlışlığını tartışırız. Eleştiri yazıları yazanlarla ilgili davalar açılınca da, çok önemli bir haber haline gelir. İşte açılan bu davalar üzerinden Türkiye’de demokrasi ve ifade özgürlüğü tartışılır. O davalar açılmadan önce hiç kimsenin aklına Türkiye’de böyle bir sorun var mı, varsa bunu nasıl çözmemiz gerekir konusunda henüz bir tartışma açılmıyor. Bence,  gazetecilerin bu noktada hataları var.


SOYOĞUL: Neden?
 
İLKİZ: Çünkü gazeteciler kamuoyunun gözü kulağıdır. Biz görmüyoruz ama siz gazeteci olarak görüyorsunuz. Toplumu ilgilendiren bilgiye, önce siz ulaşıyorsunuz. O bilgiyi önce siz elde ediyorsunuz. İşiniz, göreviniz o elde ettiğiniz bilgiyi, sizin haberdir dediğiniz o ham bilgiyi elde ettiğiniz anda bir göreviniz var. Bu bilgiyi haberleştirip yazacaksınız. Bunu kamuoyuna aktarmanız gereklidir. Bunu yapabilmenizin en önemli noktası, meslek olarak bizim görmediklerimizi görmektir. Olay olmadan önce Türkiye’deki sorunların ne olabileceğini anlatabilirsiniz. Hayatın içinden baktığınız zaman, iki yıl sonra Türkiye’de gelir durumu ne olacak? İşsizlik sorunu, konut sorunu nasıl çözülecek? En azından dünyada ve Türkiye’de böyle bir sorun var diyorsunuz hatta ilerde böyle bir sorun meydana gelecek diyorsunuz. Çernobil vakası meydana geliyor, nükleer bir tehlikenin insanlık için ne büyük bir tehlike olduğunu o yıllarda haber haline getiriyorsunuz. Önünü arkasını yazıyorsunuz. Aradan bu kadar yıl geçtikten sonra Japonya’da meydana gelen tsunamiden sonra ortaya çıkan nükleer meselenin insanlığı nasıl etkileyeceğini anlatmaya başlıyorsunuz.  Ama mesela herhalde dünya üzerinde Japonya’da deniz kıyısında kaç tane nükleer santral olduğunu, Türkiye’de ne kadar nükleer santral olduğunu, olay meydana geldikten sonra değil, önceden yazmanız gerekir ve gazetecileri engelleyen hiçbir durum da yoktur. İfade özgürlüğü de böyle bir sorun. Basın özgürlüğüyle ilgili olan problemler de böyle problemler. Yasal düzenlemeler bunlar, politik ortam bunlar. ‘İki yıl sonra Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğü ne olacak’ sorusunu durup dururken sormak, Türkiye’de artık bana göre en önemli gazetecilik olaylarından birisidir.
 
SOYOĞUL: Sence ne olacak peki?
 
İLKİZ: Eğer bu şekilde devam ederseniz, uygulamalardan kaynaklanan sorunların, başka sorunlar yaratacağından emin olabilirsiniz.
 
SOYOĞUL: Uygulamadan kaynaklanan sorunlar ne?
 
İLKİZ: Türk Ceza Kanunu ve ilgili maddeleri. 2010 yılında gündeme gelmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi, bakın ne olduğu ve içeriğinin ne olduğu ve niçin dava açıldığı meselesi değil, tırnak içinde söylüyorum, çok sayıda ceza davası, çok sayıda gazeteciler aleyhine açılmış olan ceza davaları… Böyle bir problem var.
 
SOYOĞUL: Bu problem nereden kaynaklandı?
 
İLKİZ: 2004 yılında Türk Ceza Kanunu’nun kabul edildiği sırada ortaya çıktı.
 
SOYOĞUL: Peki biz gazeteciler o zaman uyuyor muyduk?
 
İLKİZ: Hayır, siz başka şeylerle ilgileniyordunuz o zaman. TBMM’de Türk Ceza Kanunu tasarısı tartışılmaya/konuşulmaya başlandığı sırada, ceza kanunu tasarısında bulunmayan zina meselesini haberleştirip bunu tartışmaya başladınız!
 
SOYOĞUL: Neden?
 
İLKİZ: Bilmiyorum, o sizin sorununuz.
 
SOYOĞUL: Bizim sorunumuz olduğunu biliyorum da sizin cephenizden bu yaptığımız nasıl görünüyor diye soruyorum.
 
İLKİZ: Çok popüler bir konuydu o yıllarda zina konusu. Bu anlamda mesela başörtüsü, türban sorunu, mecliste bulunan kişilerin siyasi mensubiyetleri ve İslâmi düşüncelere yakın olup olmadığını yazmak daha çok okuyucu çekiyor gibi algılamıştınız ve öyle oldu.

 
SOYOĞUL: Şirazeyi daha doğrusu asıl meseleyi kaçırdık…
 
İLKİZ: Farkında değilsiniz. Birkaç kişi, birkaç insan, o tarihlerde TCK’de gazetecilerle ilgili problemler olduğunu söyledi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi, Ankara Gazeteciler Cemiyeti, Gazeteciler Federasyonu başta olmak üzere. ‘TCK’de gazetecilerle ilgili problem var’ dediler. ‘Eğer bu kanunu kabul ederseniz, ileride çok fazla sayıda ceza davası çıkacak, gazeteciler ceza davalarının sanığı olacak’ dediler. Hükümet kanadı ise, ‘korkmayın hiçbir şey olmaz’ demişti. Böyle denilince korkmaya gerek bulunmadığı inancını yaratan bir ortam ortaya çıktı.
 
SOYOĞUL: Peki ne oldu?
 
İLKİZ: TCK Tasarısı TBMM tarafından kabul edildi.  Mecliste TCK’nin ilgili maddeleri görüşüldüğü sırada maddelerle ilgili çok fazla söz alınmadığını, maddelerin sırası geldiği sırada, o tarihlerde gündemde olan konuların konuşulması için bir vesile sayıldığını görürsünüz. 1 Nisan 2005’te yürürlüğe girmek üzere TCK kabul edildi. Onun kabul edilmesinden sonra yine bu saydığım basın örgütleri, cemiyetler çalışmalarını devam ettirdi. Biz hatta 3-4 Mayıs tarihlerinde İzmir’de toplantı yaptık. Hatta o tarihteki toplantıya basından, kendileriyle ilgili konu olmasına rağmen çok sayıda gazeteci katılmadı. ‘Bunlar problem çıkaracak, bunu çözmek Türkiye’de ifade özgürlüğünün tekrar tartışılmasına sebep olacak’ dedik. Dinletemedik.
 
SOYOĞUL: O günleri hatırlıyorum. Neden dinletemediğinizi, daha doğrusu neden gazetecilerin bu uyarıları kulak ardı yaptıklarını, hukukçu olarak nasıl değerlendiriyorsun?
 
İLKİZ: Neden dinletemedik? Duyarlı gazetecilere ihtiyaç var… Bunu kamuoyuna anlatabilmek için, gazeteciler arasında taraflı olan gazetecilere ihtiyaç var. Ceza davası açılmak suretiyle gazeteciler üzerinde, yargı yoluyla cezalandırma tehdidiyle baskı kurmak demokrasiye aykırıdır. Giderek gazeteciler de artık haklarında ceza davası açılmasın düşüncesiyle, doğrudan kendilerini sansürlemesi yöntemi ve o yöntem içerisinde otosansür uygulanan haberleriyle baş başa kalmanız demektir.
 
SOYOĞUL: Senin egede sonsöz’de yayınlanan yazılarının pek çoğu zaten bunları içeriyor. ‘Ey gazeteciler haliniz perişan’ diyen yazılar onlar. Bunlara duyarsız kalınmasının sebepleri elbette çok uzun ama yine de değinmeni isteyeceğim burada da.
 
İLKİZ: Gazeteciler, elde ettikleri haberleri kamuoyuna değiştirmeden anlatmalı, olduğu gibi vermeli, eğip bükmemeli. O zaman demokratik toplum düzeni gereklerine uygun olarak daha yaşanır bir ülke haline gelmek, daha zengin bir ülke olmak mümkündür. Zenginlikten kastım, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü konusunda fakir olmamak. ‘Neden olmuyor?’ diye sorduğunuz zaman, iki tarafı var bunun. Önce toplum, sonra da gazeteciler nedeniyle olmuyor. Öncelikle  ‘toplum nedeniyle olmuyor’un pek çok anlatımı var. Yani gazetelerin daha ucuz olması, radyo televizyon programlarının herkese ulaşabilir olması gibi. Yönetenlerle haberleri yapanlar arasındaki, yani gazeteyi yönetenlerle bir zamanlar muhabir olanlarla, yönetici konumuna geldikten sonra muhabirin kıymeti konusunda tereddütler yaratan gazetecilerden de kaynaklanıyor. Ve siz eskiden köşe yazarları ya da en azından yöneticiler olarak baktığınızda, bir zamanlar yaptığınız gazeteciliği unuttunuz. Bir zamanlar yapmış olduğunuz gazetecilik konusunda ‘artık toplum bunu istemiyor’ gibi, sanki toplum sizi şekillendiriyormuş havasında, suya sabuna dokunmayan bazı popüler/sansasyonel haberlerin çok daha iyi olacağına karar verdiniz ve isteseniz de istemeseniz de uyguladınız. Sonucunda da ortaya, sizin kesip biçtiğiniz sizin ölçüp biçip kamuoyuna verdiğiniz, böyle bir gazetecilik işlevi çıktı. Şimdi bu gazetecilik dünyasının içinde tabii ki gazeteciler mesleklerinde yükseleceklerdir, mesleklerinde daha iyi olacaklardır… Ama burada önemli olan şu; mesleğinizin ilke ve etik kurallarından vazgeçtiniz… İşte bu noktada, artık gazetecilik böyle yapılmaya başlandığı andan itibaren, bana göre ortada etik olarak bir problem var demektir. Bunu çözmek zorundasınız. 
Bu sorunun çözümünde ise öncelikle iş ve çalışma koşullarınızda gerçekten kendinizi, emin ve güvence içinde hissetmeniz lazım. Yani, iş koşullarınızın kitle iletişim araçlarının sahiplerinin iki dudağının arasında olmayan bir çalışma düzenine ihtiyacınız var. İki yönü var, bir siyasetçiler bunu istemelidir, meclis bu konuda güvenceleri sağlayan kanun çıkarmalıdır. Yasal anlamda bu koruma olursa, hiç olmazsa gazeteciliğin biraz daha iyi yapılmasına olanak sağlar. İkincisi ise daha da önemlidir; gazetecilerin bunu istemesi gerekiyor. O halde soru şu: Siz bunu istiyor musunuz, istemiyor musunuz?

 
SOYOĞUL: Sence?
 
İLKİZ: Bence siz bunu istemiyorsunuz. Sizin bunu istememenizin nedenleri üzerinde çok konuşulabilir, çok tartışılabilir. Ama gazeteciler bunu istemelisiniz ve siz varolmalısınız. Siz var olduğunuz takdirde Türkiye’de bazı sorunların çözümlenmesi ve daha doğrusu öncelikle tartışmaya açılması mümkün olabilir. Oysa mevcut hükümet kim olursa olsun, mevcut hükümetleri yaratan siyasal iktidarlar kim olursa olsun, gazetecilerin dünya üzerinde taraflı olduğu konunun başında temel hak ve özgürlüklerin korunması meselesi gelir. İnsanların daha yaşanılır, daha demokratik bir dünyada mutlu olması, huzurlu olmasını sağlamak gerekir. Şimdi böyle baktığınız andan itibaren benim kişisel fikrim; gazeteciler, bu konularda haber yapmak, yorum yapmak ve eleştiri yazıları yazmaktan caydılar. Gazeteciler bunun yerine gazetemizi yapalım, hükümetin sözleri konusunda aman fazla bir şey yazmayalım, şimdi o onu etkiler, bu bunu etkiler gibi bir ortamın içerisinde kalmayı tercih ettiniz ve belki de bu ortamı yarattınız kendiliğinizden… Önceki gazeteciliğinizi unutarak, şimdi gazetecilik anlamında haberlerinizi ve yorumlarınızı geçiştirmekle meşgulsünüz. Belki çok ağır bir söz, belki çok ağır ve hakkım olmadığı halde gazetecilik hakkında haksız bir söz ve değerlendirme benimki… Ama böyle değerlendirme yapmama neden olan veriler var. Çünkü gazeteciler gazetecidir. Gazetecilerden milletvekili yapmayın. Gazeteciler olarak yapılması gerekli olan işlevlerin çok daha önemli ve çok daha fazla yapılacak işleri olduğuna inandığım için bunları söylüyorum. Tabii ki gazeteciler meclise gidemez, kamuoyunu temsil edemez veya siyasi partileri temsil edemez diye bir fikrim yok. TBMM’ne giderlerse belki daha da iyi yaparlar. Bu son günlerde aklıma gelen bir örnek. Düşünün, yani dile düşmüş bazı suç davalarından tutuklu olan gazeteciler, Türkiye’de hukuktan umudunu kestikleri için milletvekili olmak suretiyle özgürlüklerine kavuşmak istiyorlar.
 
SOYOĞUL: Mustafa Balbay, Tuncay Özkan bunların arasında…
 
İLKİZ: Kimi isterseniz sayabilirsiniz. Buna sadece Ergenekon, Silivri’deki davalar olarak da bakmayın. Gerçekten Türkiye’de Diyarbakır’da devam eden KCK davası da var ve bu ceza davaları üzerinden Türkiye’deki demokrasi sorunları tartışılıyor. Bu ceza davaları üzerinden insanlar milletvekili olursa, anayasadaki maddelerin nasıl değiştirilmesi gerektiği ya da yasal durumun ne olduğu tartışılıyor. Tutukluluk hali biter mi bitmez mi, bunlar konuşuluyor. Oysa 2001 yılı 1982 Anayasası ile ilgili olmak üzere verilen mücadeleleri hatırlayın, birden bire mesela bu konuda yazı yazan gazeteciler, bu konudaki siyasal sisteme, bu konudaki seçim kanunlarına, bu konuda genel başkanların ya da parti meclislerinin herhangi bir yerde ön seçim yapmadan milletvekili adaylarımız bunlardır dediği konusunda dün eleştiri yapanlar, bu gün eleştirdikleri sisteme evet diyorlar. Sadece onlar mı? Biz hepimiz hala buna evet diyoruz. O halde seçimlerden seçime, Türkiye’deki seçim sistemini tartışmak yerine, varolan bu sorunu önceden niçin tartışmaya açmıyoruz? Acaba bu konuda kem tartışma açacak?
Siz gazeteciler bu toplumun gözü kulağı olduğunuza göre, gözünüzle ve kulağınızla daha yaşanabilir bir dünya yaratmak için, bu tartışmayı yaratmak ve bu sorunları gündeme taşımak zorundasınız. Çünkü kimse size ‘aman ne olur ille de gazeteci ol’ demedi… Bu mesleği siz kendiniz seçtiğini ve bu görevi istemiş olmak sizin seçiminiz. Sizin seçiminiz buysa; o halde gazeteciler eliyle toplumun ya da kamuoyunun şekillendirilmesinde nerede hata yaptığımıza birlikte bakmamız lazım. Birlikte bu eleştirilerden yola çıkarak, gazetecilerin asıl işlevlerinin ne olduğunun, en iyi tartışılabileceği, en iyi konuşabileceği bir ortamın Türkiye’de olduğunu düşünüyorum. Çünkü bakın demokratik bir ülkede ve bu tür tartışmaların yapılmasına müsait bir ülke yaşıyoruz hepimiz… O zaman siyasi sistemi ve seçim kanunlarını tartışalım. Peki, o zaman başkanlık sistemini tartışalım. Anayasa değişikliğini tartışalım.  Seçimlerden sonra ilk işlerden biri anayasa değişikliği olarak önümüze geliyor. Yani biz demokrasiyi, sürekli sorun yaratan anayasayı sürekli değiştirerek mi bulacağız? Onun için bir de belki Anayasa değişikliğine başta neden ve niçin değiştirip ne istediğimiz konusundaki Anayasanın felsefesine ve başka yönlerine bakmamız gerekiyor. Yani sizin biraz fenerlerinizi bu tür gözükmeyen sorunlara çevirmenizin ve sorunları aydınlatmanızın tam vaktidir diye düşünüyorum.

BALBAY YAZDIKLARIYLA HESAPLAŞMAK ZORUNDA

SOYOĞUL: Yazılarında gazetecilerin artık kendi mesleklerini ve meslektaşlarını savunmaktan çoktan vazgeçtiğini sorguluyor, ‘gazeteciler niye kendi meslektaşlarının gözünü oyarak kendi meslektaşlarının üzerine basarak, gazetecilik yapmayı seçti’ gibi çok acıtıcı ve de doğru ifadelerle sık sık dile getiriyorsun. Köşelerde Balbay ile ilgili, Tuncay Özkan, Soner Çağlar ile ilgili yazılar çıktı elbet. Ama ilk kez gazeteciler, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasından sonra isyan etti, yürüyüşler yaptı, organize oldu. Bu neden sence?
 
İLKİZ: Şimdi bakın tarafsızlık, gazeteci için söz konusu değildir. Yani sizin bir dünya görüşünüz vardır.
 
SOYOĞLU: Tarafsız olmayı nasıl tanımlıyorsun peki?
 
İLKİZ: Tarafsızlıktan anlaşılması gerekli olan görünür tarafsızlık değildir. Herhangi bir kişiye soru sorduğun zaman ya da bir konuyu araştırdığınız zaman o konunun tarafları vardır. Aktörleri vardır. Haksızlık olmaması için, biri birisi hakkında bir şey söylüyorsa, hakkında söz söylenen kişiye de sorulur. Bu nedir? Sizin tarafsızlık anlamında haberi verirken iki tarafa da sormuş olmaktan kaynaklanan bir objektif davranışınızdır. Ama gazetecinin tarafsız olmadığı veya olmadığını düşündüğüm nokta ise seçtiği konuyla doğrudan bağlantılıdır. Mesela çiçekler nasıl yetiştirilir diye bir konu seçersiniz, diğeri de Türkiye’de siyasi tartışma nasıl olmalı diye bir konu seçer. İkisinin zorluğu birbirinden farklıdır, ikisinin yapısı da birbirinden farklıdır. Şimdi siz eğer herhangi bir şekilde Türkiye’de politik ortam ve tartışma bakımından sadece hükümete soru sorarak, hükümetin adamlarına soru sorarak bir bu konuda haber yaparsanız, bu sizin hükümet yanlısı olduğunuz konusunda hakkınızda kuvvetli şüphe yaratabilir. Hükümetten yana gazeteci olduğunuz izlenimi yaratır. Örneğin savaşa karşı gazetecilerin tutumu ne olmalıdır? Bir gazeteciye böyle bir soru sorsanız… Çeşitli yaklaşımlar söz konusudur. Bir gazeteci der ki, hükümetler savaşlar konusunda karar veriyor, onların verdiği kararı iletirim, gerisi beni ilgilendirmez. Tartışmam veya bu konuda tartışma yaratacak haber yazmam diyebilir. Ama bir de başka tür bir gazeteci vardır ve savaşa karşı olan, yani bu konuda taraf olan gazeteci vardır. Her koşulda barıştan yanadır ve savaşa karşı olan gazetecidir. Taraflara soru sorarken bile bu konudaki yani savaşa karşı olma konusundaki sorusunu sormayı hiç ihmal etmez, bu sorusunu mutlaka sorar. İşte benim anlatmaya çalıştığım, tarafsız olmama meselesi buradan kaynaklıyor. Şimdi böyle bakmaya başladığımız andan itibaren, gazetecilerle ilgili bu tür sorunlar gündeme geldiği an, tarafsızlık anlamında bir kaygısı olmadan, gazeteciler nereden başlayacaklarını nasıl bir gazetecilik anlayışına sahip olduklarını, tarafsızlıklarının başlayıp bittiği yerlerin ne olduğunu ve objektif olmaktan çok daha farklı bir bakış açısına sahip olmayı tartışmak zorundalar. Bu tartışma çok net ve çok açık olmalı.
Gazetecinin görevi, dava iddianamesi yazmak değildir. Sizin göreviniz, savcının yazdığı iddianameyi haber yapmaktır. Dava açan iddianameyi, davada yargılanacak veya yargılaması süren kişilerin kim olduğunu, dava veya iddianame öncesi hakkında bilgi vermek, yargılamayı anlatmak, gerekirse çeşitli insanlardan görüş almaktır. Ama bütün bu süreçleri haber yapmaktan vazgeçtiniz. İddianamelerde ileri sürülen suçlamaları doğru varsaydınız ve örneğin bazı davlarda yargılanan bazı gazeteciler için ileri sürülen suçlamaları da geçerli suçlamalar olarak kabul etmeyi seçtiniz. İddianameye göre suçlananlar, bu suçları işlemişlerdir diye kabul edildi. Bakın, gazetecilerin ve insanların eleştiri ve yorum hakkını ayrı tutarak söylüyorum ama bu eleştirinizde ve yorumlarınızda dahi temel bir ilke vardır. Herkes, hakkında hüküm kesinleşinceye kadar suçsuzdur. Bu temel evrensel ilkeyi dikkate almalıyız. Bu ilke gereklerine göre, bir davayı veya bir iddianameyi yazarken, bunu haberleştirirken bir gün sizin için de böyle bir iddianame düzenlenebileceğini düşünün, haberini yazdığınız kişinin yerine kendinizi koyun ve böyle bir kaygınız olsun... Aksi takdirde bu evrensel ilkeleri göz ardı edebilirsiniz. Görmezden gelirsiniz.
Dikkat edin, bir davanın haber haline getirilmesi iddianamelerin haber yapılması Türkiye’de daha çok 2008 yılından itibaren tartışılan haber olan konulardır. Artık birinci sırada yargı ve yargı haberleri geliyor. Birinci sırada ceza davaları geliyor. Birinci sırada, bu ceza davalarında yargılanan kimine göre ünlü, kimine göre önemli, kimine göre darbeci, kimine göre darbeci değil, kimine göre asker, kimine göre sivil ama darbeden yana olanlar gibi kavramlar tartışılıyor. Şimdi bu ceza davaları tartışıldığı sırada, mecliste de bu davalar ve bu konular konuşuluyor. Siyasi partiler bunların üzerinden politikalar üretiyor. O halde biz gazeteciler bu ortamda neredeyiz? Gazeteciler olarak, biz bu ortama nasıl bakıyoruz? Bakın, bu iki soru ‘neresindeyiz/nasıl bakıyoruz’ sorusuna cevap verildiği andan itibaren bizim karşımıza, gazetecilerin sorunlarını çözmekteki anahtarlarlar ve ilkeler çıkacak. Bir; siz taraflı olan yani tarafsız olmayan ama özellikle bir dava veya soruşturma haberi araştırırken, yazarken yargılama konusu ve yargılanan kişilerle ilgili olarak savcı değilsiniz. Suçlayan veya suç iddiasında bulunan siz değilsiniz ve olmamanız gerekir. Bu iddianın doğruluğu ya da yanlışlığıyla ilgili değildir. Evrensel olarak gazetecinin bulunduğu yerle ilgilidir. Türkiye’deki yargının bağımsızlığı konusunda nasıl olması gerektiğini siz haber olarak, yorum olarak, eleştiri olarak en sert biçimde yapacaksınız. Ama siz yargı değilsiniz. Tartıştığınız konunun, kamuoyuna haber olarak yazdığınız konunun, öznesi de siz değilsiniz.
Yani gazetecilerin haber olmasının, soruşturmalarda şüpheli kişi ve davalarda sanık olmalarının en aza indirgendiği ama gazetecilerin başına herhangi bir şey geldiği zaman gerçekten, ülke demokrasisi ile doğrudan bağlantılı haberler yapılmaya başlandığı an, gazeteciler bana göre doğru haber üreten, gerçekleri eğip bükmeden haberleştiren ve toplumun gözü kulağı olan kişiler haline geleceklerdir.
Türkiye’deki faili meçhul siyasal cinayetlerin takipçisi olmanız gerekiyor. Gazetecilerin öldürülmesinin nedenini araştırmanız ve Türkiye’de öldürülen gazetecilerin faillerinin yakalanmasının demokrasinin en önemli sorunu olduğunu sık sık kamuoyuna hatırlatmalısınız.
Birkaç sefer yazdım. Rusya’da öldürülen gazeteci Anna niçin ve kim tarafından öldürüldü? Bu gazetecilerin ve aslında her toplumun problemidir. O gazetecinin öldürülmesi, faili meçhul siyasal bir cinayettir. Rusya’da meydana gelen böyle bir siyasal cinayetin arkasında ve takipçisi olmanız gerekiyor. ‘Bu bizi niye ilgilendirir’ diye bakılacak olan bir problem değildir. Artık küçülen dünyada gazetecileri o anlamda her şey ilgilendirmeye başladığı için söylüyorum. O halde siz Güneydoğu’daki faili meçhul siyasi cinayetler ve gazeteci cinayetlerinin peşinde olmalısınız. Hrant Dink’in öldürülmesi, gazetecilerin en önemli sorunlarından birisidir. Çünkü ‘onun ölümüne neden olan ortam, acaba Dink hakkında yazılan haberler midir?’ sorusu sorulmalıdır. Geriye dönüp baktığınız zaman Hrant Dink’in söylediklerine değer atfetmeyen önemsemeyen ve onu sadece Ermeni olduğu için bu anlamda eleştiren gazetecilerin haberlerine ve köşe yazılarına bakın ve yeniden okuyun. Sonra ortaya çıkan sonuca hep beraber bakalım ve onun alçakça bir cinayete kurban edilmesini yeniden düşünelim…

 
SOYOĞUL: Protesto için yürüyen gazeteciler, davaları takip eden gazeteciler, bütün bu dediklerini bir şekilde anladıkları için mi yapıyorlar bunu? Ya da ne sebep nedir? Niye Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklandıktan sonra ortaya çıktı bu tepkiler?
 
İLKİZ: Ne sebep oldu? Birdenbire iki gazetecinin tutuklanması çok haksız bir uygulama gibi geldi onlara. Niye haksız geldi? Bu insanlar gazeteci. Özellikleri şu. Bu iki kişi ‘faili meçhul siyasal cinayetler aydınlatılsın, haksızlıklar ortadan kalksın, Türkiye’de bu anlamda haksız kazanç elde edenler elde etmesin, Hrant Dink cinayetinde sorumlulukları olanlar yargılansın’ gibi; gerçekten Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren sorunlar üzerinden soru üretip haber yapmış, kitap yazmış olan gazeteciler. Bildiğiniz gazeteciler yani… Sokaklarda toplanıp bu bir haksızlıktır diye tepkileri gösteren ve yürüyenler de gazeteciler sadece ikisinin arkadaşları değil. Özellikleri ve bir ortak paydaları var. Gerçekten gazetecilik anlamında nasıl bir ülke istediklerini bilen ve buna inanan insanlar. Onlar yürüdüler. Şimdi bu doğru bir protestodur ve doğru yürümedir. Neyi fark ediyorsunuz? Birdenbire gazeteci olarak sizin de hakkında yazı yazdığınız Ergenekon davası, emniyet müdürleri, polis ve yargı gibi en sert eleştirileri yönelterek sorumlu saydığınız kişilerle birlikte yani bu günkü sorunları yaratan ve neden olanlarla birlikte tutuklanıyorsunuz… Birdenbire kendinizi sorgulamaya ve hatta kendinizden şüphe etmeye başlıyorsunuz… İçinizden bazı gazeteciler ‘biz de tutuklanırsak, bize de sıra gelirse’ gibi kaygılar içinde buluyor kendilerini. Bu çok insani, anlaşılabilir bir şey… Yürüyen gazeteciler tutuklu gazeteci arkadaşlarına baktığı zaman arkadaşlarının ne yazdıklarını biliyorlar, haberlerini biliyorlar, tutuklu gazetecilerin kişiliklerini, yaşamlarını biliyorlar. Kendilerinin yaşamlarının bir parçasının o gazetecilerle kesiştiğini biliyorlar. Bir başka deyimle kendini bu toplumun yararına adamış, kamuoyunun gözü kulağı olan gazeteciler, gözlerinden birinin rahatsızlandığını, kulaklarından birinin birileri tarafından tıkanmaya çalışıldığının farkına vardılar. İşte bunu protesto etmek gerekiyordu ve gereğini yaptılar, yürüdüler… Benim sorum veya önemli gördüğüm sorunlardan birisi ise şu: Bunun farkına varmak için Nedim Şener ve Ahmet’in tutuklanması mı gerekiyordu?
 
SOYOĞUL: Biz toplum olarak ‘son dakka’cıyız galiba. Gazeteciler de bu toplumun birer ferdi sonuçta. Çok iyimser bir yorum olduğunun farkındayım elbet…
 
İLKİZ: Bakın samimiyetle söylüyorum. Gerçekten bazı şeylerin farkına varılmayabilir ve aksaklıkları görmeyebilirsiniz. Dikkat edin, iki milletvekilinin tutuklanması gibi bir olay değil, kuvvet komutanlarının tutuklanması gibi bir olay değil. Terör propagandası gibi bir iddia üzerine tutuklama değil. Gazeteciler suç işlemez veya yargılanamaz gibi asla saçma sapan bir görüş ifade etmiyorum. Ama tutuklanan iki gazeteci var ortada. Gazeteci olunca, iki gazetecinin tutuklanması söz konusu olunca, daha duyarlı olunmasının gerekli ve çok önemli olduğuna inanıyorum. Gazetecilik mesleğine atfedilen değer ölçüsünün bu kadar önemli olmasının temel nedeni; gazeteciliğin, insan yaşamının daha mutlu bir yaşam, herkes için daha iyi bir dünya istendiği noktadaki mesleklerden biri olmasından kaynaklanıyor.

 
SOYOĞUL: Bu iki gazeteciyle dikkat çekildiyse bütün bu anlattıklarına, her şerden olduğu gibi bundan da bir hayır çıkmış oluyor gibi… Teselli bulalım mı?
 
İLKİZ: Anadolu’da gazetecilerin başına gelenlere, pek çoğumuz farkına varmayız. İstanbul’a kar yağdığı zaman Türkiye’ye kış gelmiştir diye düşünülür. Keşke öldürülmeseydi, ama Uğur (Mumcu) Abi’nin katledilmesi üzerine gazetecilerin yaşamlarının tehdit altında bulunduğu için Türkiye ayağa kalktı. Keşke önleyebilseydik ama Hrant Dink alçakça bir cinayetle öldürüldü, herkes ‘Ben de Hrantım/biz de Ermeniyiz’ gibi sloganlarla Hrant Dink’i sahiplendiler. O zaman sorun nedir? Var olan sorunlar üzerinde tartışarak; örneğin, yaşam hakkının ihlal edilmediği bir ülke istemek gerekiyor. Bu istek çok mu aykırı? Ama bilmediğimiz ve aydınlatılmamış gazeteci cinayetleri de var. Yüzleşmediğimiz gazeteci cinayetleri de var. Bunlar toplumu derinden sarsan olaylardır. Nedenleri mutlaka geçmişine bakılarak araştırılmalıdır ve iyi bir teşhis konulmalıdır. Türkiye’de ifade özgürlüğü, tüm diğer hak ve özgürlüklerin omurgası olduğu için, önem vermezseniz, bu ülkeye demokrasi gelmez… Çok beklersiniz. Zaten demokrasi beklenmez, yaratılır. Çünkü temel hak ve özgürlüklerin korunması, ifade özgürlüğünün korunmasından geçer. Bunu istiyor musunuz, istemiyor musunuz? İşte asıl mesele budur. Bakın, istemiyoruz diyebilirsiniz. Devletin kutsal olduğunu, korunması gerektiğini, devletin çıkarlarının korunması çok daha önemli olduğunu kabul edebilirsiniz. Bu bir tercih meseledir. Ama biz ifade özgürlüğünden, basın özgürlüğünden yanayız diyerek hiçbir hükümet insanları aldatmasın. Yani samimi olmanın zamanıdır ve küresel dünyada bilinir haline gelen gerçekler eskisi gibi değil… Bu da yine gazeteciler sayesinde böyle…
Dikkat edin, medya okuryazarlığı gibi bir kavramla karşı karşıyayız. Yazılan haberleriniz ayrıca okuyucu gözü ile tekrar, tekrar gözden geçiriliyor. Sonuç olarak gazeteciler de sınırsız özgürlüklere ve sınırsız haklara sahip olan bir meslek grubu değil artık… Ama temel olgu ne? Bütün bunlara açık olmak gerekiyor. Bu açıklık nasıl sağlanacak? Neyi istediğinizi belirleyecek ve gün ışında olacaksınız, şeffaf olacaksınız… Biz ifade özgürlüğünü, biz basın özgürlüğünü istiyoruz diyeceksiniz. O zaman siyasal iktidar aynı açıklığı gerçekleştirmez, söylemlerinde ve icraatlarında samimi olmazsa, söylediğinin tersini yaparsa ve gazeteciler olarak bu icralarının muhataplarıysak, biz de buna karşı mücadele vermeye başlarız. Bu da sonuçta gazetecilerin ön ayak olduğu bir mücadele olursa, toplumda ses getirir. Kamuoyu kendi gözü kulağı olan gazeteciler sayesinde demokrasinin gelmesini beklemez, aksine demokratik toplum düzeni için haklarını korumaya ve savunmaya yönelir.
 
SOYOĞUL: 2004’te ceza yasasındaki değişiklik, gazetecilere bugünkü kuşatmayı getirdi. Dedin ki, o günlerde hükümete mensup üyeler, bunu soran, tepki gösteren gazetecilere, basın meslek örgütlerine, ‘korkmayın merak etmeyin bir sorun çıkmayacak’ dedi. Sorun çıkacağını söyleyenler haklı çıktı maalesef. Şimdi ne olacak peki?
 
İLKİZ: (gülüyor) Daha Türk Ceza Kanunun kabul edilip yürürlüğe girmeden taslak halindeyken söyledik… O zaman TCK yazıcıları ve yapıcıları dediler ki ‘endişe etmeyin, gazeteciler hakkında bu suçlardan dolayı dava falan açılmaz’. Endişelerimizin yersiz olduğunu söylediler ama günümüzde aksi olunca ve çok sayıda ceza davası açılınca asıl endişelenenler onlar oldu… Şimdi bize ne yapacağız diye soruyorlar. Biz dün nasıl düşüncelerimizi dile getirdiysek ve nasıl çözüm önerilerimizin ne olduğunu söylemişsek yine söyleriz. TCK’nin yürürlüğe girdiği 2005 Haziran ayını esas alırsanız, 5 yıl içerisinde ortaya çıktı ki; düzenleme hatalıdır, uygulamalar yanlıştır ve ortaya çıkan sorunlar ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü tehdit etmektedir…
 
SOYOĞUL: Peki en son hazırlanan tasarı ile Türk Ceza Kanununda basın yayın fiilleriyle ilgili iyileştirme mi getiriyorlar?
 
İLKİZ: Son TCK değişiklikleri sanıldığı gibi değil… Örneğin biz daha tasarı halindeyken bile özel yaşam gizlidir, bunun ifşası söz konusu olamaz, demiştik ve hukuk özel yaşamın gizliliğini korumalıdır. Gazeteciler haberleriyle bu hakkı ihlal etmemelidir. O halde yeniden yapılacak düzenlemelerde özel yaşamın ihlalini gazeteciler için bir hak gibi meşru hale dönüştüremezsiniz. Hak ihlalini meşrulaştıran bir yasal düzenleme yapamazsınız. Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçu ile soruşturmanın gizliliğini ihlalle ilgili TCK’de yer alan düzenlemelere bakın. Gazeteciler haberleri eskiden soruşturmayı izleyen avukatlardan alabildikleri veya başkalarından edindikleri kadar bilgi edinir, haber yapardı. Bazen de avukatlar basın toplantısıyla açıklamalarda bulunurdu. Ama giderek mahkemelerde olup bitenler yargıda, soruşturmada olup bitenler, anında gazetelerde haber olmaya başladı. Örneğin Ahmet Şık’a emniyette neden ifade vermediğini sordular. Ahmet Şık, hakkında dava açılana kadar soruşturma dosyası içeriğinin ve ifadelerinin basında haber olmasını istemediğini ve bundan çekindiği için ifade vermediğini söyledi. Gerçekten bu çekincesine rağmen diğer kişilerde olduğu gibi Nedim Şener ve Ahmet Şık ifadeleri boy boy gazetelerde haber oldu. Bunları medyaya kim veriyor? Peki, bu ifadeler alınıyor da yayınlanması doğru mu? Bunları yayınlamanız suç değil mi?

 
SOYOĞUL: Suç değil mi?
 
İLKİZ: Soruşturmanın gizliliği ile ilgili olan bu tür ifadelerin yayınlanması suçtur. Bu kadar nettir ve Türk Ceza Kanunu madde 285’e göre suçtur. İşte aslında çok ceza davası bu nedenle açıldı. Burada korunan nedir? Amaç, kişilerin kişilik haklarını korumaktır. Sanık bile olsalar, şüpheli bile olsalar, hakları vardır ve korunmalıdır. Peki, ne yapalım. Savcılık olarak basına soruşturmalar hakkında açıklama yapın ama ayırımı gözetmeden herkese eşit açıklayın ve eşit bilgi verin. Eğer gerekirse ‘şu an soruşturmayı etkiler, gizlidir, bunu açıklayamayız’ deyin. Kim diyecek? Savcılıksa, savcılık söyleyecek. Gazetecilerin bu açıklamayla yetinmemesi mümkündür. Araştırılacak her konuda olduğu gibi soruşturma konusunda da başka kaynaklara başvurabilir ve kendince araştırma yaparak soruşturma ile farklı haberler üretebilir. Hatırlarsanız bir ara basına bilgi verme işi yapılmıştı. Ergenekon soruşturmaları ile ilgili, ya ikinci ya da üçüncüydü; Başsavcılık hazırlanmış olan iddianame hakkında bilgi verdi. Sanıkları ve suçlamaları ve istenen cezaları medya ile paylaştı. Resmi açıklama oldu. Ama soruşturma dosyası içerisindeki ifadeleri vermedi, çünkü bu suçtur. Ama şimdi içine düşülen çelişkide yaşanılan hatayı ben şöyle açıklayabilirim… Adli haber verme sınırlarını aşarak iddianame ortaya çıkıp henüz dava açılmadan önce soruşturma sırasında elde edilen ifadelerin yayınlanması gazetecilik değildir. Verileni, gizlice elde edileni, şüpheli kişilerin haklarını dikkate almadan ifadelerin aynen yayınlanması hukuka ve gazetecilik etik ilkelerini de aykırıdır. Gazeteci savcı veya suç iddiasında bulunan kişi değildir. Hukuki sistemimizde bir hata var demektir… Soruşturmanın gizliliğini ihlal suçunun işlenmemesi için kim bu konuda yetkiliyse, bütün basın yayın organlarına, aynı uzaklıkta aynı mesafede durarak ve aynı bilgiyi eşit olarak verirsiniz ve açıklarsanız.
 
SOYOĞUL: Peki bunca yıldır basınla iç içesin, elinden yüzlerce basın davası geçti. Sence ne yapılması gerekiyor, madde madde sıralarsak…
 
İLKİZ: Bir, ifade özgürlüğü asıldır, sınırlandırmalar istisnadır ve en aza indirgenmelidir. İkincisi, ceza davası açmak son çaredir. Tüm hukuki yolları tüketmenize rağmen hala bir çözüm getiremiyorsanız, gazeteciler hakkında ceza davası açabilirsiniz Hakaret suç olmaktan çıkarılmalı ve kişilik hakları başa hukuki yollarla korunmalıdır. Gazetecilerin cezalandırılması yoluyla önlenmesinde artık bir yarar yoktur.
Üçüncüsü; açtığınız davalarda vereceğiniz karar, ölçülü ve suç ile ceza arasında orantı olmalıdır. Orantılılık ve ölçülülük kamu vicdanında rahatsızlık yaratmaz. Ceza vermek yerine doğru ve hukuka uygun içtihatlar üreten, doğru düzgün mahkeme kararları üreten, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uygun kararlar verirseniz, kamuoyunun da haber alma ve bilgi edinme hakkını sağlamış olursunuz. Bu üç yöntem, insanların bilgi edinme hakkını her zaman korumuştur. Çünkü ifade özgürlüğü ve sonuç olarak bilgi edinme hakkına doğru gelişme gösteren bir haktır.
Dördüncüsü ise; günümüzde bilgi edinme hakkının geldiği bu noktada, insanların bilgi edinme hak ve özgürlüğüne inanmak gerekmektedir ve bunun gereğinin yerine getirilmesi devletin yükümlülüğündedir.
 
SOYOĞUL: Peki bunlar için nasıl bir yasal düzenleme yapılabilir?
 
İLKİZ: Anayasada yapılabilir, basit bir formülle basit bir cümle kurarsak eğer Anayasanın 28. Maddesi yeniden şöyle düzenlenmelidir: “Basın hürdür, sansür edilemez. Aleyhine kanun yapılamaz.’ Demek ki, basın özgürlüğü konusunda iki cümleye ihtiyacımız var.
 
SOYOĞUL: Yeni anayasada yapılacak olan bu mudur?
 
İLKİZ: Bana göre budur. Şimdi bu gerçekleştiği andan itibaren ifade özgürlüğünü ve basın özgürlüğünü birinci ilke olarak kabul ediyorsunuz demektir. Size yol gösteren ikinci cümleye göre, ilke basın özgürlüğü olduğuna göre bunun aleyhine bir kanun yapmamak gerekiyor.
 
SOYOĞUL: Sohbetin başında, gazetecilerin milletvekili adayı olmalarını doğru bulmadığını söylemiştin, isim vermeden, genelleme yaparak.
 
İLKİZ: Evet, ben doğru bulmuyorum.
 
SOYOĞUL: Balbay adını söyleyerek, diğer seçilebilecek sıradaki gazeteci adaylara da uyarlayarak sorayım o zaman. Balbay seçilecek, listedeki yeri nedeniyle söylüyorum. Milletvekili seçilirse, çıkıp çıkmayacağı da belli değil, tartışılıyor. İzmir milletvekili olacak, Balbay’ın yapması gereken ne, ne yapmalı, merak ediyorum.
 
İLKİZ: Ben de merak ediyorum. Öncelikle, seçildiği andan itibaren bana göre milletvekili olarak meclise gitmesi lazım ve hakkındaki tutukluluk kararının kaldırılması gerekir. Bu anayasadaki maddelerin yorumuna bakarsınız, seçilirsiniz ve seçildiği anda o dava devam eder, durur; ama siz milletvekilisinizdir ve meclise gider yemin edersiniz, bunun için de serbest olmanız lazım.
 
Bir adım daha atayım, bana göre tutuklu olması, tutukluluk hali siyasi propaganda yapabilmesi ve ifade özgürlüğünün kullanmasına engeldir. Sadece bunun için bile tahliye edilmesi, belki bunun için tahliye kararı verilmesinin daha uygun olabileceği fikrindeyim. Eşit olanlar kimler? Dışarıda bu anlamda siyasi propagandaya katılabilenler. O halde eşitler arasında bir eşitsizlik yaşanacak demektir. Dolayısıyla milletvekili adaylarına ve özellikle tutuklu olanlara bu hakkın verilmesi yani serbest olma hakkı tanınması gerekir. Yani bir anlamda hakların kullanılmasında yargı insanların önünü açmalıdır. Hukuk buna yarar. Bu hakkın tanınması kişinin devam eden ceza davasını da ortadan kaldıran bir durum da değildir. Eşitler arasında bir eşitsizlik yaratmamak içindir bu görüşüm. Sonrası ise seçmenlerin tercihine bağlıdır. 
Cezaevinden aday olmaları konusuna ve bu şekilde milletvekilliğine adaylık konusuna, ben çok sıcak bakmıyorum. Çok doğru da bulmuyorum. Ama temel mesele şu: Aday olacaklar, milletvekili seçilecekler, bu nedenle haklarında tahliye kararı verilecek. İnsanları bunu düşünmeye sevk eden bir hukuk sisteminin ne kadar hatalı olduğunu ve insancıl ceza hukukunun ne kadar göz ardı edildiğini ve ceza adalet sisteminizin böyle bir çıkmaz içinde bulunduğunu gösteriyor bu yapı… İşte bu yaşanan gerçek temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı bir seçimdir. Böyle bir sistem yaratmamalıydınız. İnsanların hukuktan umudunu kestiği bir noktada, ceza adaletinden umut kalmayan bir noktada başka bir olanağı kullanmak suretiyle özgürlüğüne kavuşmayı beklemesi ve böyle bir hukuki yol üretmesi, özgür kalmayı istemesi ve beklemesi demek; o insanlara yargıya da hukuka da inanmadıklarının bir göstergesidir. Türkiye’nin demokrasisi, Türkiye’nin seçim sistemi, böyle bir ortamı hak etmediği gibi böyle bir ortamdan çıkacak olan demokrasinin, çok başka tartışmalara sebep olacağı ve bambaşka sorunlar yaratacağı fikrindeyim. İşte bugün sorduğunuz soruda olduğu gibi. Seçilseler bile tahliye olmama durumları var mı? Bakın bu bir tartışma konusu. Ama var… Seçildiği zaman ortaya çıkan sonuçları tartışarak sorunları çözmeye çalışacaksınız ve bambaşka sorunların içinde boğulacaksınız… Hukuk yoluyla yaratılan her hukuksuzluk toplumu gerer ve yargının otoritesini zedeler.
 
SOYOĞUL: Peki bütün bunları gözardı edip Balbay’ın seçildiğini düşünelim ki seçilecek. Balbay’ın öncelikleri ne olmalı?
 
İLKİZ: Öncelikle gazeteci olarak bir zamanlar yazmış olduğunuz bütün yazıları gözden geçirmek zorundasınız. Geçmişte yazdıklarınızla hesaplaşmak zorundasınız. Yazdıklarınızla yüzleşmek zorundasınız. Bunu neden söylüyorum? Türkiye’deki seçim sistemi üzerine yıllarca yazı yazdınız, Türkiye’de siyasi parti liderlerinin tek başına milletvekili adaylarını seçici olmasının demokrasiye aykırı olduğunu yazdınız. Ama gel gör ki, sonradan siz de eleştirdiğiniz bu sistemin bir parçası oldunuz ve aynısından yararlanmak suretiyle bu kez kendiniz için bir şey istiyorsunuz. Tahliye olmak adına, özgürlüğünüze kavuşmak adına böyle bir yolu tercih etmenize neden olan sistemin gerçekten ne kadar kötü sonuçlar ve çelişkiler yarattığı konusu hepimizin ortak sorunu… Şimdi içinde bulunduğunuz koşullarda milletvekili olmak istiyorsunuz. Eleştirdiğiniz sistemin yarattığı sistem üzerinden eğer herhangi bir şekilde bunu benimseyerek milletvekili olacaksınız, o zaman eski yazdıklarınızı gözden geçirmenizi özellikle öneririm. Çünkü sistem içinde kalarak, sorunları çözemezsiniz.
İkincisi şudur, demek ki Türkiye’de kişi özgürlüklerinin ne kadar önemli olduğunu yaşadığı acılarla gören (keşke böyle görmeseydi ve tutuklu kalmasaydı) bir kişi olarak, şöyle bir ceza adalet sistemi istemelisiniz. Şüpheli olsa bile insanların haklarının da korunduğu bir ceza sistemine Türkiye’nin ihtiyacı vardır. İnsanların ifade özgürlüğünü rahatça kullandıkları ceza tehdidi ile karşılaşma endişeleri olmayan ve gazetecilik mesleğini gerçekten demokrasiye ve haklara uygun kullanıldığı bir hukuk sistemi istemelisiniz. Demek ki böyle hukuki, sosyal, demokratik düzen yaratmaya ihtiyacımız var. Öncelikler bu olmalı. Yaşanılan bu sorunları milletvekili seçilenler eğer dile getirmezlerse, bu konuda çalışmazlarsa, bilin ki ben hayatta olduğum sürece iki elim onların yakalarında olacaktır. Ben ancak bunu söyleyebilirim.

Fotoğraflar: Soner Çağlar

 
'İzmir'in milletvekiliyim'
 
'Ceza İzmirlilere kesiliyor'
YORUMLAR
 Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 

Bu haber henüz yorumlanmamış...

FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
KATEGORİDEKİ DİĞER HABERLER
'İzmir'in milletvekiliyim'
Yemin ederek meclise adım atan AK Parti’nin çiçeği burnunda İzmir Milletvekili ...
2015-2020 yılları çok kritik
Türkiye’de dünya dışı varlıklarla ilgili bir takım önyargıları kıran, ...
Unutulan gerçek gün ışığına çıkıyor...
Aysun Bitir… O Türkiye’nin ilk kadın bilim-kurgu yazarı. O da bu özelliğini ...
 
'İZKA'da torpil de olmaz kayırma da'
Son günlerde tartışmaların odağında yer alan İzmir Kalkınma Ajansı (İZKA)’nın ...
Elektrikte geleceği gördü, yatırımını memleketine yaptı
Almanya’nın Stuttgart kentinde, ortağı Reinhardt Ritter ile ticari araçları ...
İşsizlikten milletvekilliğine
AK Parti İzmir 2. Bölge 5. Sıradan milletvekili adayı gösterilip Türkiye ...
 
'Perinçek Milli Takım gibi oldu'
Cumhuriyet Güçbirliği adayı olarak İzmir 2. bölgeden Bağımsız Milletvekili ...
‘İzmir’deki ön yargıyı kırdık’
AK Parti’nin İzmir 1. bölge adayı Ali Aşlık’tan özel açıklamalar…
Kocaoğlu'ndan olay yaratacak sözler
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, operasyon sonrası verdiği ilk ...
 
Mehmet KARABEL
Mehmet KARABEL
Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?
Tayfun MARO
Tayfun MARO
Bir Batı hikayesi
Engin ÖNEN
Engin ÖNEN
Saltanat ve yağma kurumu olarak belediyeler...
Nedim ATİLLA
Nedim ATİLLA
Onlar hayatın düşmanıdırlar sevgilim…
Muhittin AKBEL
Muhittin AKBEL
Analar ne yiğitler doğurmuş!
Çağdaş ÖZGÜN
Çağdaş ÖZGÜN
Fotoğraf: İnsanlığımızı yitirirken soytarıya mı dönüşüyoruz?
Kemal ARI
Kemal ARI
Atatürk'ü anlamak...
Oytun NALBANTOĞLU
Oytun NALBANTOĞLU
Göztepe gün sayıyor!
İhsan Özbelge ÖZDURAN
İhsan Özbelge ÖZDURAN
Aklıma 'Doğan Kardeş' geliverince… 
Kemal ANADOL
Kemal ANADOL
Sandık tartışması...
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
FACEBOOK'TA EGE'DE SON SÖZ
GAZETE EGE'DE SONSÖZ
KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva